Size bir hikâye anlatacağım. Daha doğrusu, 1982 yılında şâhit olduğum, biraz da dâhil olduğum bir olayı anlatacağım. Ancak, önce beni Ponzi Nine ile tanıştırmanızı istiyorum. Çünkü o olayı hatırlamama Ponzi Nine sebep oldu. Kimden ve hangi olaydan söz ettiğimi anlamışsınızdır. Şu medyadaki gündem...
Diyorum ki Müslümanlar, şöyle geniş tabanlı bir heyet oluşturmalıdırlar. Siz “Kıyas Heyeti” mi dersiniz, “İcmâ Heyeti” mi dersiniz, nasıl adlandırırsınız bilmiyorum ama ben “Tedkik ve Teşhis Heyeti” demiş olayım. Bu iki kavramı tâkip eden üçüncü kavram “tedâvi”dir, biliyorsunuz. Fakat tedâvi konusuna burnumuzu sokamayız, çünkü devir değişti. Özgürlük var, demokrasi var... Bu heyet, tedkik ve teşhis görevini yapsın, HEYET RAPORU’nu hazırlayıp sunsun... gerisini, derdi olanların, derdi olduğunu düşünenlerin inisiyatifine bıraksın. Nasıl fikir? Şimdi bazılarınız;
-“Yahu bulaşıcı hastalıklar da var, onlar yalnızca hastaların sorunu değildir ki. Toplum açısından da risk taşırlar ve sağlıklı insanlar için de tehdit oluştururlar... hastalar keyfemâyeşâ kafalarına göre takılmamalıdırlar!” diye itirazda bulunacak, biliyorum. Haklısınız. Ama ne gelir elden? Ve şunu soracağınızı da biliyorum:
-“KONU NEDİR? HEYET, HANGİ KONUDA RAPOR HAZIRLAYACAK?” Hemen cevaplayayım efendim:
-“MESLEKLER VE KAZANÇLAR” konusunda. İslâm esasları açısından meslekleri ve kazançları masaya yatıracaklar; meşrû olup olmadıklarını inceleyecekler. Çünkü günümüzde öyle meslekler türedi, öyle kazanç türleri ortaya çıktı ki...”
Evet, teknolojinin gelişimine ve insan nüfusunun artışına bağlı olarak dünyamızda pek çok şey değişti. Adlandırmalar, tanımlamalar, türler, değerler ve uygulamalar... Felsefenin de (ana arterleri değişmedi belki ama) etki alanı genişledi. Üretim, hizmet ve ticaret sektörlerinde ciddî değişimler oldu. Meslek çeşitleri de çoğaldı ve yeni yeni kazanç kapıları açıldı. İşte ben, bu yeni’lerin meşrûiyetlerini masaya yatırmak, sorgulamak gerekir diye düşünüyorum. Doğal kaynakların tüketimi açısından, gelir ve harcama dağılımı açısından, insanlığın huzuru ve geleceği açısından. Gereklidir efendim.
Müslümansak, “meşrû kazanç”ın tanımını dinimizin öğretisi çerçevesinde yapmalıyız. Bu öğretiye göre, hangi mesleklerin meşrû, hangilerinin gayrimeşrû oldukları konusuna kafa yormalıyız. Tamam, bazı kriterleri hepimiz biliyoruz; örneğin pezevenklik yapmak, tefecilik yapmak, kumar oynatmak, alkollü içki üretmek ve satmak... bu yollarla kazanç elde etmek meşrû değildir. Hırsızlık, hortumculuk, gaspçılık, kiralık kâtil olmak ve benzerleri zâten meslek de değildir. Fakat, acaba meşrû olduğu sanılan gayrimeşrû meslekler, gayrimeşrû kazançlar yok mudur? Ben kendi adıma, borsa etkinliklerinin dahi yeniden sorgulanmasını isterim. Borsacının kazancıyla çiftçinin, dülgerin, mühendisin, doktorun, makinistin, manifaturacının, terzinin, öğretmenin... kazançları arasında bir fark, hem de büyük bir fark varmış gibi geliyor bana. Çünkü, bir kazancın meşrû olabilmesi için, risk taşıması yanında, emek ve alın teri de gerektirdiğini düşünüyorum. Kamu yararı içermesi de gerekir diye düşünüyorum. Ve “gizli işsizler” konusuna da bu yaklaşımla bakılmalıdır diye düşünüyorum. Örneğin bana göre (profösyonel) futbolcular ve diğer (profösyonel) sporcular birer gizli işsizdirler. İnternet üzerinden ve özellikle de evde oturarak icrâ edilen mesleklerin de bir kısmı sorgulanabilir bence. Tabi bütün bunları ben sorgulayacak değilim. Ben ancak yukarıdaki teklifi yapabilirim: Âkil ve âlim zevât ile oluşturulacak bir “Tedkik Ve Teşhis Heyeti” tesis edilmelidir. Benim bu teklifimi, isteyenler haklı ve olumlu bulur, isteyenler gülüp geçer. Herkesin paşa gönlü bilir.
Fakat herkesin bilmesi gereken önemli bir konu var: HAKSIZ KAZANÇ.
İnsan fıtratını yok sayamazsınız. İnsanlar ne melektirler ne de şeytandırlar. Fıtratına sınav için “iyilik”in ve “kötülük”ün takıldığı bir varlığız. Kötülük, bize kendisini çoğu zaman “bal”mış gibi gösterir. Fakat bilinmelidir ki o bal, “zehir”lidir. Zehri de yapandan çok mağdurları etkiler. Bundan dolayıdır ki şeytana uyan insanlar, ellerini kollarını sallaya sallaya yaparlar kötülükleri. Kötülüklerin arkasında hiçbir zaman KAZAN KAZAN anlayışı yoktur. Kötülüğü yapanlar vardır ve kötülükten mağdur olanlar vardır. Ponziler ve mağdurları gibi.
Ancak, ponziler (“saadet zinciri” gibi isimler altında dolandırıcılık yapanlar) kadar mağdurlar da suçludurlar. Çünkü o “mağdur” görünenler de aslında haksız, gayrimeşrû kazanç elde etmek iştahıyla düşmüşlerdir bu batağa. Ponzi Nine’leri sorgularken, mağdurları da sorgulamalısınız. Yani adı bu işlere karışan ve nasıl kazandıklarını bildiğimiz kocaman kocaman dolarları kaptıran ünlü futbolcuları, iş adamlarını, siyasetçileri ve diğer ünlü bilmem kimleri de masum görmeyiniz lütfen. Onlar da ava gidiyorken avlanan uyanık şeytanlardır. (“Şeytan” kelimesi doğru ama biraz ağır oldu. Değiştiriyorum: “uyanık avcılar” yapıyorum.) Bir emek, alın teri ve ortaya koydukları bir hizmet karşılığında değil, hampadan kazançlar elde etmek hesabıyla çıkmışlardır yola. Onlar aza kanaat edenlerden de değillerdir; bire on, bire yirmi, bire otuz... Ve şu kriteri de aklınızda bulundurun lütfen: Zâlimler Allah’ın kılıcıdır!
Şimdi hikâyemi anlatabilirim:
Yıl 1982. İzmir’de Bitpazarı denilen ve pazar günleri gerçekten de bitpazarı kurulan bir semtteki dershanede öğretmenlik yapmaktaydım.
Bir yaz günüydü. Dersler bitmiş, kursiyerler gitmişlerdi. Biz öğretmenler ise yorgunluktan iki büklüm, kendimizi toparlamağa çalışıyorduk. Bir arkadaş (Rahmetli Naim Galip Hoca) çay demlemiş, içmek için hepimizi üst kattaki balkona dâvet etmişti. Çayları içiyor ve günün kritiğini yapıyorduk. Aziz Hoca’nın dikkatini çekmiş, bize seslendi:
-“Aşağıya bakın, mâcerâ başlıyor.”
Onu taklîden balkon duvarından sokağa baktık. Evet mâcerâ, zaman zaman gördüğümüz mâcerâ başlıyordu gerçekten. Berduş kılıklı bir adam, binamızın karşısındaki köşebaşında kaldırıma boş bir karton koli koymuş, elindeki iskambil kartlarıyla üzerinde gösteri yapıyordu. Hayır, gösteri yapmıyor, geleni geçeni kumar oynamaya dâvet ediyordu. Elindeki iskambil kâğıtlarının sayısını söylesem, adamın ne yaptığını hemen anlayacaksınız: Elinde 3 adet kâğıt vardı. Yani adam, gerçek, orijinal, otantik bir üçkâğıtçı idi. Bir müşteri de bulmuş, onunla işe koyulmuştu.
Hayır, o ikinci adam, aslında gerçek bir müşteri değil, diğerinin arkadaşı, iş ortağıydı. Bunun böyle olduğunu, defalarca seyrettiğimiz için biz biliyorduk ama bizim gibi işin farkına varanlar çok olamazdı. Müşteri rolündeki adam, güyâ kumar oynuyor ve sürekli de kazanıyordu. Nasıl oynandığını biliyor veya tahmin ediyorsunuzdur: Hiyleli kartlardan ikisinin ön yüzü düz beyazdı, diğer üçüncüsünde vale gibi, papaz gibi, kız gibi bir iskambil figürünün resmi bulunmaktaydı. Öyle gösterilebiliyorlardı. Üçkâğıtçı, karşısındaki herife kartların ön yüzlerini gösteriyor, sonra ters çevirerek kolinin üstüne koyuyor, yerlerini çabuk çabuk değiştirdikten sonra da karşısındakinden resimli kâğıdı bulmasını istiyor... Bu karayı, al parayı!
Fakat iki uyanık, icraatlarını biteviye, sürekli yapıyor değillerdi hâ! Dikkat çekip kendilerini riske atarlar mı hiç! Köşebaşında öylesine bekleşen iki adam gibi duruyor, etrafı kolaçan ediyorlardı. Yolunacak kaz bekliyorlardı. Onlar, öylesine şeytandırlar ki, kazları yürüyüşlerinden tanırlar. Benim yârim gelişinden bellidir! Ufukta bir kaz belirince hemen işe koyuluyor ve icraatlarını kazın dikkatini çekecek şekilde yapıyorlardı. Kazın ilgisini çekmeyi de başarıyorlardı. “Kaz” demek biraz hatalı olur; “uyanık kaz” demeliyim.
Uyanık kaz, rotasını beş on derece değiştiriyor ve sancak bordadan yanaşıyor. Bizimkiler çok ciddîler, heyecanlılar. Oynatanın suratında, kaybetmiş adam maskesi var. Oynayan müşteri ise, durmadan kara’yı bulmanın ve karşısındakini söğüşlemenin sevinciyle mutlu görünüyor. (İkisi de insan fıtratındaki bir gerçeği çok başarılı şekilde yansıtıyorlar.) Uyanık kaz rıhtıma yanaşıp ilgi gösterince, devamlı kazanan müşteri rolündeki adam, yolunacak kaza, kazanmasının sırrını gizlice fısıldıyor bir ara: Resimli kâğıdın kulağını eliyle büküp kıvırıyor, yani işaretliyormuş. Sonra da gelsin paralar! Ve ekliyor: “Şayet sen de oynamak istersen, aynı yolla yardım edebilirim.”
Uzatmayayım: Uyanık ama sonuçta kaz ya, herifin aklı yatıyor ve elini cebine atıp söz konusu parayı oynatıcıya veriyor... Kâğıtlar... el çabukluğu... Bul karayı... nah bulursun! Kaz, yolunmaya başlıyor. Tekrar. Tekrar. Tekrar... hep yolunuyor. Kaza bir defa bile teşvik şansı verilmiyor... Neden sonra, içinde bir şüphe uyanmaya, kaz beyninde olayı sorgulamaya başlıyor hazret... Ama berikiler şeytan ya; tam bu esnâda kuvvetli bir ıslık sesi duyuluyor. Çetenin üçüncü ortağı, karşı köşeden ıslık çalmaktadır, el kol işaretleri yaparak bağırmaktadır:
-“Polis! Polis geliyor!”
Sonrasını siz de tahmin edebilirsiniz: Kumarı oynatan ve yanındaki şerîki, kâğıtları ceplerine koyarak ve masa olarak kullandıkları boş koliyi de oracıkta bırakarak vınn... Kaz ise (terbiyem müsaade etmiyor açık söylemeye) bilmem ne yapılmış tavuk gibi orta yerde kala kalıyor. Tahmin edemeyeceğiniz devamını da ben anlatıvereyim: Üç kafadar şeytan, doğruca Mezarlıkbaşı’ya, şarapçı dükkânına gidip çekiyorlar mazotu. Dediğim gibi; bunlar, gerçek ve otantik ve yani kara şanzuman üçkâğıtçılar. Modern ve kocaman üçkâğıtçılardan daha mâsumlar. Kocaman, senkromençli üçkâğıtçılar ise bunlardan çok daha tehlikeliler. Aralarında, iş adamları, siyasetçiler, bankacılar... ve PONZİler var. Örneğin Ponzi Nine... (Bir subayın karısıymış, kocasının da başını yakmış.) Onlar da uyanık kazların kocamanlarını yolma işiyle meşguller. Örneğin ünlü futbolcuları.
Hikâyemize dönelim:
Köşebaşındaki ikili, bir kazın farkına varmış olmalılar ki icrâ-i sanata başladılar. Yukarıdan seyrediyoruz. Evet gerçekten de bir kaz gelmekte. Adamın elinde filesi de var. Belli ki evine götürmek için bir şeyler almış. Belki de işten dönüyor.
Film aynen anlattığım gibi gelişti. Olay, adamın ilgisini çekti. İçindeki şeytan da haksız kazancın, bire on kazanmanın kokusunu aldı. Yanaştı... Kısa bir süre sonra elini cebine attı...
Tam bu sırada, fizik öğretmeni Osman Hoca fırladı, merdivenlere yöneldi. Az sonra aşağıya inmiş, kazın koluna girmiş, kendisine bir şeyler söylüyordu. Üçkâğıtçılar bir hareket gösteremediler. Gösteremezlerdi. Çünkü Osman Hoca’nın sırtında beyaz öğretmen önlüğü vardı. Yani dershanemizin öğretmeni olduğu açıkça anlaşılıyordu. O iki şeytan da bizi, yukarıdan kendilerine bakmakta olan yedi sekiz öğretmeni görüyorlardı. Bu defa göre göre, istemeye istemeye kazı ellerinden kaçırmışlardı. Osman Hoca, kazı kolundan tuttu ve binamıza doğru çekti, yürüttü.
Kısa bir süre sonra ikisi de balkona, yanımıza varmışlardı. Osman Hoca adama basıyordu fırçayı:
-“Sen salak mısın! Çoluğunun çocuğunun nafakasını bu şeytanlara kaptıracak olmaktan utanmıyor musun! Evde karın, çocukların seni ve kendilerine götüreceğin ufak tefeği beklemiyorlar mı!” Söylendi de söylendi. Ahmak adam, anlamış, nâdim ve mahcup olmuştu. Başı önde Osman Hoca’ya teşekkürler ediyordu. Fıtratındaki iyi ve doğru damarlar açılmış, çalışmaya başlamıştı.
Mister Kaza da bir bardak çay ikram ettik. Gerekli gördüğümüz şeyleri söyledik ve kendisini uğurladık. Onu gönderdikten sonra Osman Hoca’ya çattım:
-“Osman Hocam, yaptığın şeyin doğru bir şey olup olmadığını sorgula bence. Keşke bıraksaydın da söğüşlenseydi. Bir musibet, bin nasihatten iyi değil midir? O adam, mâsum muydu? Hangi niyetle yanaşmıştı heriflerin yanına? Ya kaybetmeseydi de gerçekten kazansaydı? Zâlimler Allah’ın kılıcı değil midir?”
Osman Hoca mı haklı, ben mi haklıyım, bilmiyorum. Öyle ya da böyle benim yaklaşımımı da tamamen çöpe atmamalısınız. Ponzi midir ponti midir, onlara kızarken, uyanık kazları da mâsum ve mağdur saymamalısınız. Vesselâm.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli