Zaman değişkendir, durmaz yerli yerinde ve hiçbir anı da benzemez birbirine. Zaman değişken ve birbirine benzemez de sen hep aynı mı kalırsın, senin de hâlin birbirinden farklı ve birbirine benzemez değil mi? Bu soruya olumlu cevap vermekten başka seçeneğin var mı sanki? Al sana bir soru daha!.. Birine cevabın hayır, diğerine evet olurken aslında aynı şeyi ifade ettiğinin de farkındasındır. Biliyorsun, kelimeler bazen sürpriz yapar insana, sen de sürpriz yapmayı seversin, öyle değil mi?
Ayın saltanatı gecede yani güneşin dinlenmeye çekildiği bir vakittedir, güneşin saltanatı ise her zaman olmakla birlikte saltanatını ve sanatını gündüz gösterir asıl. Gündüzleyin ne yıldız kalır gökyüzünde ne de ay? Onun için güneşi gündüz, ayı gecede izlerim hep. Güneş her zaman aynı güneştir, ay her zaman aynı aydır ama biçimi, duruşu, tadı, rengi farklı farklıdır. Hele ki ay şekilden şekle girer ve en muhteşem görünüşünü de “bedir” hâlline saklar. Nurdan bir hâlenin, dairenin içinin nurla doldurulmuş olduğunu görürsünüz bedir hâlindeki ayın bu şeklinde. Buna dilimizde genellikle “dolunay” olarak isimlendirilir. Dolunaya dair anlatımları, inanışları, efsaneleri şimdi burada yer vermeyeceğim, imkânlarım buna uygun da değil zaten, bun sen de biliyorsun. Yer veremeyeceğimi önceden bildiğin bir hususu da ne olur benden de isteme!
Haziran dedimse dediğim sadece haziran mıdır? Hem haziran, zamana atılmış bir çentikten başka nedir ki bir vakit çizelgesinde? Meselenin bir hazirana bir de sana bakan yönü var elbette. Sen ve haziran, ben ve haziran, o ve haziran; daha çoğaltmak mümkün değil mi sence bu ifadeleri? Bütün eşyanın birbiriyle ve bütün eşyanın zaman ve mekânla ilişkisi ayrı ayrı değerlendirilmeli değil mi? Öyleyse neden biz sadece bazılarını ele alıp diğerlerini de okurun anlayışına havale ediyoruz? Aslında hepsini ayrı ayrı anlatmak, farklı nitelikleriyle ele alıp onları betimleyip dillendirmek gerekmez mi? Ama şehadet âlemindeyiz, her şey zaman ve mekânla mukayyet, kayıtlı ve sınırlı. Öyleyse imkânlar ölçüsünde yapılmalı bu, imkânlar derecesinde…
Olgunlaşan kiraz
Haziranda sen bir başkasın; yeşil elbiseni allara, kırmızılara boyar, öyle görünürsün dağlardaki, bahçelerdeki yeşillikler arasındaki dallarda. Alın, kırmızının türlü türlü tonları sende mevcuttur. Yeşilden ala, kırmızıya geçerken önce bir sararma belirir, sonra hafif bir koyu sarılık, ardından kızıllıklar, derken kırmızıya dönüşme başlar. Yüzeyinde ve içinde bu renk değişiklikleri olurken içten içe bir olgunlaşmanın, olgunlaştıkça da tatlılaşmanın, tatlılaştıkça da doğal üsare, meyve özsuyunun hacmine göre artması söz konusudur. – Ne muhteşem bir sistemdir ya Rab- Topraktan aldığın, damar damar dallarına çektiğin sulardan her bir meyveye miktarınca suların taksim edilmesi ne harika bir mühendislik sistemidir öyle değil mi?
İnsanoğlu sendeki bu sistemi kuracak olsa -bu imkânsız ya- kim bilir kaç dönüm araziyi işgal edecek ama bunun neticesinde böyle bir ürünü asla elde edemeyecektir. Hangi türünüzden bahsettiğimin bir önemi var mı? Önemli olan, sistem ve imkân. Her varlık gibi sen de renkten renge bürünüyorsun bakıyorum da; Yüce Sanatkâr’ın sanatının âyinesi olarak onun sanatını en güzel şekilde yansıtıyorsun. Yansıtman da, yansıtmamız da gerekir öyle değil mi? Bunlar bizim gayri iradi kulluklarımızdan, o sanatkârın sanatını yansıtmamak ne haddimize, öyle değil mi? Bu sorularda olumsuz cevap söz konusu değildir, bunu sen de biliyorsun!.. Öyleyse herkes haddini ve vazifesini bilmeli, o doğrultuda davranış sergilemeli. Olması gereken, budur.
Yaylada özgürlük türküleri
Senin bir başka hâlin var haziranda, bilirsin; alabildiğine özgür ve alabildiğine neşeli hatta işveli. Bu hâl, sana çok yakışır bilir misin? Sana söylediler miydi bunu hiç? Söylemedilerse işten ben söylüyorum, benden duy bunu. Duy da neşelen, sevinçlere gark ol. Ama asla kibirlenme, çünkü sende olan senin değil, sana ait hiç değil! Sen sadece bir emanetçisin, sendekiler de birer emanet, unutma, daima hatırında tut bunu! Bazı şeyleri hatırlamak, bazı şeyleri de unutmak, unutabilmek büyük nimettir. Unutmak demişken derler ki unutma olmasaydı öğrenme de olmazdı. Aslında çok doğru bir söz. Neden mi? Söyleyeyim, unutma hafızada bir bakıma alan açmadır. Unutma aynı zamanda bilineni, bilgiyi arşive göndermektir. İhtiyaç anında çağrılmak üzere, onu tatile göndermektir bir bakıma.
Haziranda senin özgür ve neşeli olduğunu söyledim ama sebebini de demedim henüz. Diyeyim o zaman; çocukluğumuzda, keçileri, koyunları otlatırken yaylaya belli bir zaman aralığında gitmek yasaklanırdı. Bahar yağmurlarıyla çayır çimen, ot yonca gümrah gümrah büyüsün, salına salına sonra çobanlar sürülerinin arkasından daha sonra yürüsün diyerek yasaklanırdı yaylaya küçük büyük her türlü malı otlatmaya götürmek. Sonra haziranın ortasına doğru “yayla koyvenirdi” hatırlıyorsun, öyle değil mi? “Araballañ Mustafa” dayının camimizin hoparlörlerinden bir akşam üstü tellen ünnemesiyle hepimiz haberdar olurduk. Bu tür ilanlar, tellen ünnemeler genellikle akşam ezanı öncesinde yapılırdı.
Yaylanın küçük ve büyük baş her türlü hayvanın otlatılmasına açılmasıyla birlikte bütün çobanlara, hatta hayvanlara gün doğmuştur artık. Hele ilk günün heyecanı bir başkadır; bir bir buçuk aydır girilmeyen alanın, yaylanın otları büyüdükçe büyümüş, yoncaların dalları uzadıkça uzamış, yer yer çiçeklenmiş, diğer otlar da yüzeyi yeşil renge boyayacak seviyede büyümüştür. Böyle bir alana ilk kez girmek hayvanlar için büyük hazine, çobanlar için ise doyulmaz bir mutluluktur. Çünkü otlatmaya götürülen hayvanlar orada âdeta çakılı bir hâldeymişçesine öte beriye gitmeden yavaş yavaş yayılım gerçekleştirirler. Bu da çobanların dünden beri aradığı şeydir zaten.
Kazık oyunu
Hayvanlar yaylanın o bol otlu yüzeylerinde doyasıya otlanırken çobanlar, çocuklar, kızlar kızanlar kazık çakma/yıkma oyun oynamak için soluğu çoktan çeşme başlarında almışlardır. Kazık oyunu demişsem bunda mecazlık yok, gerçek anlamıyla ortada kazıkla oynanan bir oyun. Ardıç ağaçlarının kuru dallarından keserek hazır hâle getirilen “kazıklar”, çeşmelerin uzantısındaki sıkı ve sulu çayırlıkta hızlıca atılarak zemine çakılır. Her kazık sahibi bir diğer kazığın dibine dibine çakarak onun kazığının çamura yatay olarak düşmesini sağlayarak en son kimin kazığı ayakta kalacağını belirleme mücadelesidir bu. Kazık oyununda kazıklar daha sert ve hızlı bir şekilde yoğun ıslak çayırlığa çakılmalı ki daha güçlü bir şekilde ayakta kalabilsin. İşin sırrı kazığın çayıra daha derin bir şekilde saplanmaya çalışılmasından ibarettir. Aynı notaya çakıla çakıla yumuşayan, gevşeyen bir bakıma vıcık çamur hâline gelen zeminde ayakta durmak gitgide zorlaşır. Zorlu şartlarda ayakta kalmak insan için de zordur, çamurlara saplamaya çalıştığımız kazıklar için de.. Ama zoru başarmak, onun üstesinden gelmek insana asıl enerji veren de bu çabadır, öyle değil mi?
Ayran ve kiraz
Vakit öğlen olmuş, karnınızdan gurultular, sesler gelmeye başlamıştır. Bu, acıkmış olduğunuzun belirtisidir. Torbalarımızda -şimdilerde her şey plastik- cam şişelere doldurulmuş ayranlarımız vardır kimimizinki ekşi kimimizinki yoğun ve taze. Ayranlar ekmeğimize katık, boğazımızı ıslayan içeceklerimizdir. Hemen bitivermemesi için şişelerimizden biraz içer, oluşan boşluğu hemen sularla doldururduk çeşmeden. Çünkü bu konuda babamın bir sözü daima hatırımdadır: “Kuru yiyeceğine duru ye!” Hakikaten de öyleydi o zamanlar, kuru yemektense ayranı duru duru içmek daha iyiydi. Ekmeğimizi ekşi ve seyreltilmiş ayranlarımızla yedikten sonra naylon poşetlerimizde, yukarıda anlattığım allardan al renkli, sarılı kırmızılı al kirazlarımız vardır. Naylon poşetlerimizi çeşmelerden suyla doldurur, sallayarak havada daireler çizerdik. Böylelikle hem kirazlarımızı yakar hem deonları bu şekilde soğuturduk. Bir de o naylon poşetlerin bir köşesinden ince ve küçük bir delik açarak içerideki suyu mıh kalınlığında akacak şekilde ıslaklık çizgisi ile şekiller çizmenin yoluna giderdik.
‘Ah mine’l-aşk’
Sonra yaylanın gerek düzlüğünde gerek yamaçlarında gerekse gerişlerindeki taşlara, kayalara çıkar, bildiğimiz türküleri henüz ergenliğin başlangıcında, ortasında, yarı ince, yarı kalın,yarı utangaç bir ses tonuyla söylemeye çalışır, özgürlüğün, rahatlığın püfür püfür esen rüzgârlar eşliğinde tadını çıkarmaya çalışırdık. Haziranda senle hâlimiz böyle bir güzellikteydi işte. Şimdilerde bu güzellikler başka güzelliklere evrildi artık.
Şimdilerde kalmadı artık çobanlık. Büyük baş da kalmadı, küçük baş da. Kalanlar da ahırlara mahpus oldu. Ne dağlara çıkarıp özgür özgür dolaşmaya imkân ne de bunları o dağlarda dolaştıracak çoban var. Çobanlar büyüdüler birer birer, şehre göçtülerkısım kısım. Yaylalar da türlü ağaç fide ve fidanlarıyla donatıldı, boş arazi de kalmadı, her yer hayvan otlatmaya tam saha kapalı ve yasaklı alan oldu artık. Ve dağlarımızdan küçük veya büyükbaş hayvanlarımız çekildi gitti, yok artık dağlarda meleyen bir kuzu ya da oğlak ince ve yanık sesleriyle. Kim bilir şimdi hangi dağlarda yanık türküler çağıran çobanların sesi başka bir gönle ateş düşürmektedir, kuzuları, koyunları bol otları ağızlarıyla koparıp koparıp karınlarına indirirken. Ama çobanlık tarihe karıştı be, eski sevdalar da öyle. Bak ne der Faruk Nafiz,“Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,/Tarihe karıştı eski sevdalar:/Beyhude seslenir, beyhude çağlar/ Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!..” Haksız mı?
Haziran işte böyle yürekler, iradeler özgürlüklerle coşup taşarken bazı kalplere de ateş düşürür, sevdanın kayalıklarında, zorlu yamaçlarında tırmanma antrenmanları yapılır. Haziran bu sıcağıyla yaktı mı yakar, dağlarda yaylalarda özgürlük türküleri yüreklere serinlik katar. Attila İlhan, Ben Sana Mecburum’da “belki haziran’da mavi benekli çocuksun/ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor”Evet, yüreği özgürlüklerle kıpır kıpır bir çocuk, utangaç ve heveskâr!..
Haziranda senin birkaç hâlinden bahsettim. Bu sen, belki sensin belki de değilsin; o belki de benim, kim bilir! Bu bezmde ha sen ha ben, var mı fark eden? Abdurrahim Karakoç’un dizeleriyle bitirelim:
“Mektup yazdım Hasan’a/ Ha Hasan’a ha sana!”