Fıkra bu ya. Adamın biri besicilik yapıyormuş. İneklerini daha semiz hâle getirebilmenin yollarını aramaya koyulmuş. Düşünmüş, taşınmış, sonunda ineklerine camları yonca desenleriyle süslenmiş, bakıldığında yonca görülen bir gözlük takarsa ineklerin samanı yonca niyetiyle daha iştahla yiyebileceğine kanaat getirmiş. Düşündüğünü gerçekleştirmek için gözlükleri sipariş etmiş. Gelen gözlükleri ineklerine takmış gerçekten de inekler samanları yonca yer gibi iştahlı iştahlı yemeye başlamışlar. Yedikçe yemişler, yedikçe de semirmişler. Besici de düşüncesini hayata geçişmiş olmanın mutluluğunu yaşamış, rahat etmiş.
Fıkrada anlatılan olmuş mudur olmamış mıdır bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki fıkralardaki verilmek istenen mesajın alınmasıdır önemli olan. Alan var mıdır, elbette vardır. Nitekim iki yıl önce ajanslara düşen bir haberde bu mesajın bazıları tarafından alındığını, projelendirilip hayata geçirildiğini görüyoruz. Daha önce verimliliği artırmak için klasik müzik dinletmenin yararlı olabileceğine dair projeler üzerinde çalışan insanoğlu şimdi de sanal gerçeklik üzerinden verimliliği artırmanın yollarını arıyor.
İki yıl önce ajansların geçtiği haberlere göre Rusya’da bir çiftlikte, ineklerin uzun kış boyu ahırdan çıkmamaları sebebiyle “kış sendromu”na yakalanmalarını önlemek, sütteki verimliliği amacıyla sanal gerçeklik temelli gözlük projesi hayata geçirilmiş. Projeye göre, ineklerin kafa yapısına uygun bir biçimde tasarlanan sanal gerçeklik gözlükleri ineklerin kafasına takılarak hayvanların yemliklerinden otlarını, yemlerini yerken bunu bir çayırlıkta, merada gezerek yiyormuş duygusunu yaşamalarını sağlayarak hem “kış sendromu”na yakalanmalarına engel olmuşlar hem de sütteki verimi artırmışlar.
***
Bir şeye bakış, o şeyin kişinin nezdindeki durumunu, konumunu değiştirir. Eskiler buna im’an-ı nazar derlerdi ve “bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tetkik etmek” demek olan bu ifadeyi kullanırlardı. Bir konuya ve kavrama, derinlemesine ve geniş bir perspektiften bakarak onu incelemek, o şey hakkındaki bilgimizi değiştireceği gibi o şeyin kıymet olarak bizim yanımızdaki duruşunu, bulunuşunu da değiştirir. Bu, yeni bir mesele değildir aslında.
Siyaseten, birtakım sebepleri bahane ederek kişilerin varlıklarına, mülkiyetlerine, hak ve hukuklarına müdahale etmede temel saik bakış açısıdır. Bu bakış açısına “helal gözlüğü” demeyi uygun buldum. Hatta diyebilirim ki bu bakış açısı ve değerlendirme biçimi insanların iç huzura ermesine de sebeptir veya vesiledir. Ama bu iç huzur, geçici bir durumdur. Geçici durumun süresi en geç, Büyük Mahkeme’ye kadardır. O mahkemeden sonra telafisi yoktur bunun. Verdiği kararlarda hata etmiş, birçok insanın zarar görmesine sebep olmuşsa, dünyada yaşadığı iç huzurun bedeli ahirette ebedi huzursuzluk olarak karşısına çıkacaktır.
Dini hükümleri siyasi bakış ve baskıların zorlamalarıyla aslî konumundan ve durumundan uzaklaşarak yanlış yorumlamak, dünyada bazı insanların maddi manevi olarak zarar görmesine sebep olur, bunlara sebep olanların da ahirette kendilerinin zarar görmesi söz konusudur.
Siyasi bakışların dinî bir konuya etkisi olur mu, olursa nasıl olur? Bunun sorunun cevabını aslında, 19 Aralık 2013 tarihli yazısında Hayrettin Karaman Hoca vermişti. Hayrettin Karaman, ilahiyatçı, profesör, siyasi iktidarın dinî konularda referans aldığı bu anlamda önemli bir isim. Karaman, bahsettiğim “Türkiye’nin Dostları ve Düşmanları” başlıklı yazısının sonunda şöyle diyor: “Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: "Zarar-ı âmmı def"içün zarar-ı hâss ihtiyor olunur". Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim: Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir. Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu"nu dua ile anıyorum.” Bu yazıda belirtilen, yazarının hareket noktası olarak belirlediği husus tam anlamıyla “helal gözlüğü”dür ve onu takarak insanlar, yaptıklarının doğru olduğuna kanaat etmektedirler.
Gerek ulusal gerekse tabi olduğumuz uluslararası hukuk insanın hayatını, mülkiyetini dokunulmaz kılmıştır. Devletler siyaseten, içteki “sükün” ve “hakimiyeti” tesis edebilmek için ve başka türlü gerekçelerle de bu dokunulmazlık “zırhı”nı delmenin yollarını aramışlardır. Bu, bazen zorunluluktan bazen de iktidar gücünü elde etmiş olanların bu güçlerini rahat bir şekilde sürdürebilmeleri sağlamak için tercih edilen bir yol olagelmiştir. Bu bağlamda, sosyal medyada, sahibini ve kaynağını hatırlayamadığım bir paylaşımda deniliyordu ki “Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkarılan takrir-i sükûn kanunu ne ise son beş yılda çıkarılan KHK’lar da odur.” Her iki olayın benzerliği çıkarılmış olan kanundan, çok sayıda insanın hukukuna haksız ve hukuksuz bir şekilde müdahale edildiğidir. Kanuni olan, hukuki olan demek değildir, bunu da hatırlatmış olalım.
Osmanlının son dönemlerinde yani Tanzimat sonrasında hazırlanmış bir kanunlar bütünü olan Mecelle hakkında kısaca şu bilgiyi paylaşalım: “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye veya kısaca Mecelle, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş 16 bölümden oluşur ve 1851 madde içerir.” (Wikipedia)
Hayrettin Karaman’ın bahsettiğim yazısında atfetti hüküm, Osmanlı Devletinde, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ve yüzüncü yılına yaklaşan şu dönemlerinde de uygulandığı gerçeğinden hareketle, uygulayanların dine bakış açılarının farklı olması aynı hükmü uygulamaktan geri durmamaları burada dinin değil siyasetin hakimiyetinin esas olduğunu gösterir. Bu da toplumsal olaylarda dinin “kullanılması” anlamına gelir. Gerçekte dokunulmaz olan hususlara o “helal gözlüğü”nün takılarak dokunulur hâle gelmesi, işlenmesi haram kılınmış olanın helal olarak görülmesine sebep olmaktadır. Tıpkı samanın yeşil yonca gibi gösterilmesi, öyle sanılmasının sağlanması gibi bir şey.
Dini, kural ve kaideleri yanlış yorumlayarak yanlış hükümler vermek, bu hükümleri verenleri ancak bu dünyada iç huzura erdirebilir. Bu iç huzurla yanlılarını çoğaltabilir, zulümlerini artırabilir. Ancak ister inansın ister inanmasın dünya ve insanlık kıyamete, ahirete doğru gidiyor ve o Büyük Mahkeme’ye doğru yol alıyor. Orada verilen hükümde hiçbir haksızlık söz konusu olamayacak. Çünkü o Mahkeme’nin hâkimi Allah’tır.
İnsanların helal gözlüğü takmadan bir şeyi gerçekliğiyle, olduğu gibi doğru bir şekilde anlayıp yorumlaması, bir başkasına zarar vermeden bu dünya hayatındaki nimetlerle yetinmeyi bilmesi gerekmektedir. Bunun için de yürek hassasiyetine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde doymak nedir bilmeyen nefislerini “helal gözlükleri”nden bakarak gördükleriyle doyurmak, onlar için asla yararlı bir iş olmadığını hatırlatalım.
Unutmayalım ki haksızlık ve hukuksuzluk sebebiyle dökülen, akıtılan gözyaşlarının oluşturduğu denizin su kaldırma kuvveti yoktur, zulmedenleri batırdıkça batırır. Batmamak için gözyaşlarına sebep olmamak gerektir vesselam!..