(185)
Benim şeyhim, bir çoban. Yirmi otuz kadar koyunu ve keçisi var. Küçük bir de zeytinliği. Manisa ili Turgutlu’nun Sinirli Köyü’nde mukim. Kendini bir hayli zorlayarak hacca gitmiş fakat yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Onu şeyh edindiğimden kendisinin haberi yok. Dersimi, şeyhime çaktırmadan alıyorum.
Ben, din adamlarına, din misyonunun temsilcisi olarak arz-ı endam eden şeyhlere, kanaat önderlerine dil uzatanlardan, onların açıklarını, ayıplarını bulup göstermeye çalışanlardan nefret ederim. Çünkü dinle ilgisi olan herkesin kirli çamaşırlarını bulmak ve teşhir etmekten zevk alırlar. Belki de bunu yapmakla kendi kirlerinin temizlendiği zehabındadırlar. Şayet bunlar birer yazar iseler (ki sayları çoktur), bu marifetleriyle güzel paralar da kazanırlar. Böylelerinin niyetleri şeytanîdir, eminim. Ama şeyhlerin, kanaat önderlerinin birçoğundan da nefret ediyorum. Onlar, şeytanî zekâlarıyla bizleri kandırıp esir alırlar ve varlıklarıyla en temiz, en kutsal değerlerimizi kirletirler. En trajikomik taraf ise; hak yoluna baş koyduklarını beyan eden bu zavallılar, birbirleriyle didişip durmayı da birinci vazife sayarlar, hepsi yekdiğerini tekfir etmekten haz duyarlar. Sizler de aklınızı başınıza alın ve yanlış adamların peşine düşmeyin lütfen. Ya da en azından, peşine düştüğünüz adamların yanlışlarını görebilin ve onların da yanlışlar yapabileceklerini kabul edin lütfen.
Bunlar, durup dururken gelmedi aklıma. N. Topçu’nun MÜBAREK ZAT isimli hikâyesini okudum bugün ve allak bullak oldum. Topçu’nun hikâyede dile getirdikleri gerçek mi, kendi uydurması mı bilemem ve bunları yazmakla topluma kazandırıyor mu kaybettiriyor mu onu da bilemem. Keşke hiç yazmasa mıydı? Ama anlattıkları şeyler gerçekte de o kadar çok çıkıyor ki karşımıza... Ne diyeceğimi şaşırıyorum, aşağı da tüküremiyorum, yukarı da... kahretsin!
Bir iki satır aktarmamı ister misiniz:
{{Bu akşamki nikâh davetlileri teravih namazını yeni bitirmişlerdi. Köşkün kapısında bâzılarının hususî otomobilleri beklemekte olan davetliler, iftardan evvel geldiler. (Hikâye 1958’de yayınlanmıştır, hususî otomobillere dikkatinizi çekeyim.)... İftar sofrasının baş tarafında, hepsinin tarikat mürşidi olan Filibeli Hoca Ebabilzade oturmuştu. Onun yanlarında iki misafir şeyh daha vardı. Ebabil Hoca bu iki şeyhin ortasında bir ilim ve fazilet âbidesi gibi dik oturmuş, kaşları çatıktı... Ebabilzade, İstanbul ve civarında binlerce müridi bulunan bir şeyhti. Müritleri tarafından sayısız kerametleri bilinmekte idi. Şeyh Efendi, bazan iki yerde aynı zamanda görülüyor, bazan iki uzak mesafe arasını pek kısa zamanda tayyediyordu... Şeyh Efendi, herkesin içinden geçeni bilirdi. Kerameti, evliyalığı hiç şüphe götürmezdi. Hattâ bazı müritleri, “Şeyh Efendi’nin Mehdî olduğunu inkâr etmek küfürdür.” diyorlardı...}}
Böyle olan, bunları diyen çok mürit tanıyorum ben! Ahmak ve dalkavuk müritler, maalesef, şeyhlerini önce arşıâlâya çıkararak şımartıyorlar ve sonra da hâliyle adamı buna mahkûm ediyorlar. Yazar, hikâyenin ilerleyen satırlarında bu Şeyh Efendi’nin yaptığı bazı cambazlıkları, şeytanlıkları anlatıyor. Bilmiyorum, keşke anlatmasa mıydı? Anlatmaması daha mı kazançlı olurdu? Dedim ya aşağıya da tüküremiyorum, yukarıya da. Ancak şunu diyebiliyorum: Şeyhlerinize dikkatli bakın. Özellikle de kendisi hakkındaki Mehdî’lik söylentilerini ses çıkarmayarak kabullenen şeyhlere. Yine hikâyeden aktarayım:
{{Şeyhi ilk defa ziyarete gelen kimseyi bir odaya alarak orada konuşuyor ve istedikleri her şeyi söyletiyorlar. Odaya gizlice yerleştirilen ses verme cihazının bir ucu Şeyh Efendi’nin odasındadır. Ziyaretçiyi oradan alarak doğruca Şeyh Efendi’nin yanına götürdükleri zaman, Şeyh Efendi daha adamı karşılarken ismiyle selamlıyor. Sonra babasının adını, memleketini, nereden gelip nereye gittiğini, ne iş yaptığını, velhasıl yandaki odada konuşulan her şeyi kerâmetiyle söylüyormuş gibi bir bir söyleyerek ziyaretçiyi şaşkına çeviriyor. Ziyaretçi hemen Efendi Hazretleri’nin müridi ve kerâmetlerinin tellâlı oluyor. Sonra da kendilerinden geniş ölçüde menfaatlendiği bu müritlerin içinden işe yararlarını Şeyh Efendi mahremiyyetine alarak gizli hizmetlerini ve propogandacılığını yaptırıyormuş...}}
Neyse ki benim şeyhim hiç böyle biri değil. Şeyhlik iddiası şöyle dursun, benim kendisini şeyh edindiğimden bile haberi yok. Belki de ovada yaydığı koyunlarından öğrenmiştir; hodgamlığın, enaniyetin, tekebbürün, hırsın, tamahın hep birer zillet nedeni olduğunu. Fedâkârlığı da yetiştirdiği zeytin ağaçlarından.
Ruhlarını teslim edinceye kadar yatalak anasına ve alzheimer hastası babasına nasıl baktığını, şahit olanlar anlata anlata bitiremiyorlar. 50 yaşlarında şeyhim ve kendisinden büyük üç tane DELİ ağabeyi var. Vardı. En büyükleri vefat etti. Hayatta olanların büyüğü 70’ine yakın. DELİ’yi büyük harfle yazdım, çünkü gerçekten akılları yerinde değil, bakıma muhtaçlar. Şeyhimin ömrü boyunca bu üç ağabeye nasıl baktığına da ben şahidim. Şimdi uzun anlatacak değilim, şu kadarını söyleyeyim: Her perşembe günü banyo günüdür; ağabeylerini sırayla banyoya sokar yıkar, her türlü(!) temizliklerini yapar. Ve gün boyu gıkı çıkmadan onların emirlerindedir. Karısı da bir kahraman. Kayınbiraderlerinin yemeğini yapar, çamaşırlarını yıkar. Bir delinin taharet durumunu falan düşünün de bu çamaşır yıkamanın ne anlama geldiğini anlayın lütfen. Veee yakın bir zamana kadar evlerinde çamaşır makinesi yoktu, biliyor musunuz? Şeyhimin, köyde kimin ihtiyacı varsa imdadına koştuğunu da köylüler söylüyorlar. Bence şeyhim bir destan kahramanıdır. Ona bakıp bakıp kendimden utanarak hizaya gelmeye çalışıyorum. Elhamdulillah. Sizler de bir şeyhe takılıyorsanız, şeyhinize şöyle dikkatlice bir bakın, derim.
RUHLARINIZ ŞÂD OLSUN AHMET YESEVÎLER, TAPDUK EMRELER, HACI BAYRAM VELÎLER, BEDİÜZZAMANLAR, ABDULHAKİM ARVASÎLER, SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHANLAR, HÜSEYİN HİLMİ IŞIKLAR, MEHMED ZAHİT KOTKULAR, ESAT ÇOŞANLAR VE SİZLER GİBİ OLANLAR... RUHLARINIZ ŞÂD OLSUN.
DİN ÖNDERLERİNE VE DOLAYISIYLA DİNE ÇAMUR ATMAK İÇİN FIRSAT KOLLAYANLARA DA DİNİN BİRER KARA LEKESİ OLAN SAHTE ŞEYHLERE VE SAHTEKÂR MÜRŞİDLERE DE hayır.
HAYIRİST, esenlik dolu hayırlı günler diler.
R. Serdar Özmilli