Babamın heybesi çocukluk yıllarıma ait anılarımın motiflerinden biridir. Rahmetli babam ekim ayı geldiğinde -ki bizim oralarda buğdaylar gerçekten de ekim kasım aylarında ekilir.- Tohumluk olarak ayırdığı buğdaylardan ertesi gün ekilecek tarlaya yetecek miktarını akşamdan, bir plastik leğen içinde göktaşını eriterek hazırladığı suyun içinde yıkar, onu heybesine koyar. Ertesi günü, ekmeğini, alet edevatını, tohumluk buğdayları ve daha neler lazımsa onları heybesine doldurup sırtına arıtır, ekim yapmak üzere tarlanın yoluna koyulurdu. Bu yola koyulmalarda bazen bizler de ona eşlik ederdik. Tarlaya vardığımızda anların, kıyıların hakkınca sürülmesi, sabanın iyice yanaştırılabilmesi için çifte koşum halindeki sığırların önüne düşer, onların ve sabanın uygunca gitmesine yardım ederdik. Bundan başka, tarladaki çok iri taşları tek tek toplayıp tarla kenarına bırakırdık. Bazen de bunu tarla ortasında yer alan taş yumlağına atardık.
Buğday tanelerinin o gömgök suda yıkanmasının sebebi, hatırladığım kadarıyla ekilen buğdayın karalık (rastık) hastalığına yakalanmaması için olduğu söylenmişti. Bugün bunun yanında, toprağa nemli olarak bırakılan bu tanelerin daha kısa zamanda ve kolaylıkla çimlenme imkânı bulmuş olabileceğini düşünüyorum. Bu ameliyenin, aslında, türlü hastalıklardan arındırılarak tertemiz hâle getirilmiş bir buğday nesli elde etmenin, sağlıklı beslenmek için hâl çarelerine başvurmanın diğer adı olduğu da söylenebilir.
Babamın o günkü o çiftçi heybesinde verimli ve sağlıklı ürünler elde etmek, doğal ve zararsız beslenmek, emeğini ve ekmeğini korumak gibi güzellikler vardı. Peki ya bugün bizim heybemizde, senin heybende ne var?
***
Sayılı günler tez geçer derler, geçip gidiyor işte, hiç geçmeyecek zannettiklerimiz bile!.. Rahmet-i Sonsuz, merhametinin bir gereği olarak biz aciz, zayıf ve fakir kullarına manevi hasat zamanlarının en verimli zaman dilimlerinden olan Ramazan ayına yetişme imkânını ve nimetini bahşetmiş. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir hakikati gereğince o iklim unsurlarından yeterince istifade edebiliyor muyuz? İstifade ederek edindiğimiz kazanımlarımızı koruyabiliyor muyuz? Heybemiz sökük, heybemiz yırtık da biz bunun farkında değil miyiz yoksa?
Gökyüzü gözlemleri
Heybenin yırtık ya da sökük olduğu meselesi beni, çocukluğumda dinlediğim gökyüzü yorumlarından birine aldı götürdü. Yaz aylarında gökyüzü açıksa, bulutsuz ve elektriksiz bir gecede gökyüzü bir şenlik alanıdır. Sırtınızı toprağa verip başınızı yastığa koyup gözlerinizi gökyüzüne çeviriniz. Karanlıklar içinde aydıncık noktaların, uzay denizindeki karanlık suların aydınlık adaları size çok eğlenceli hâller sunacaktır. Orada türlü türlü hareketlenmelerin, türlü şekillerin var olduğunu gözlemleyip göreceksiniz. Çocukluk yıllarımda köyümüzde elektrik olmadığı için bu güzellikleri yaşama imkânımız vardı. Yazları güttüğümüz keçi sürüsüyle birlikte köy dışındaki tarlalarda “yatak”ta yatıyor oluşumuz belki de bize en büyük imkândı.
O gökyüzü gözlemlerinde gördüğümüz Yedikardaşlar, Ülker ve Samanyolu bize çok farklı gelirdi. Samanyolu’na dair olarak annem ve babamdan işittiğim şu yorum hâlâ zihnimde taptaze durur: Vakti zamanında bir kocakarı varmış. Samanları heybesine doldurup evine götürürken heybesinin eskimiş, delinmiş olan yerlerinden samanları döke saça götürürmüş. Gittiği yol boyunca samandan bir bütün çizgi belirmiş. O, samanlarının yolu boyunca böyle dökülüp heba olduğunun farkında değilmiş. O gün bugündür geceleri gökyüzünde böyle samanyolu oluşurmuş.
O yaşlı nine, samanlarının yollarda saçılıp dağıldığını fark edememiş, peki bizler elimizdeki güzelliklerin ve onların bir bir kayıp gittiklerinin farkında mıyız? Bir bir heba olup gittiklerini görebiliyor ve bu konuda gerekli tedbirler alıp gereğince hareket edebiliyor muyuz? İstisnaları bağlam harici tutarak diyorum ki bu soruya içtenlikle evet demek isterdim! Heyhat! Bunun elbette türlü türlü sebepleri var; kimi çağın kimi de yüzyılların hastalığı olarak karşımızda duruyor.
Heybelerimize ne oldu?
Gerek yolculuğumuz sırasında gerekse varacağımız menzilde lazım olacak her türlü ihtiyaçlarımızı karşılayacağımız malzemeler, gıdalar, içecekler, huzur ve mutluluk vesileleri heybemize aldık mı? Dolduruyor muyuz heybemizi bunlarla? Doldurduklarımızı koruyabiliyor muyuz yoksa o “kocakarı”nın gaflette olarak yol alırken döktüğü samanlar gibi tanelerimiz yollara serpilip yollarda heba olup gidiyor mu? Değerlere değer verip o değerlerin değer yitimlerine engel olabiliyor muyuz?
Hayatta gözlem yapmak insana önemli kazanımlar sağlar. Bunu hayatı ve insan davranışlarını doğru okumak olarak adlandırmak da mümkün.
Gelişen teknoloji ve internetle birlikte gerek sosyal medya ve gerekse internet medyasında yazılıp çizilenleri, okunup söylenenleri takip etme imkânımız söz konusu.
Aklını, kalbini, vicdanını tarafgirlik kilidiyle kilitleyip insaniyet mertebesinden kendini alaşağı etmiş olanlara karşı ilk etapta yapılacak bir şey yok. O, tarafgirliğinin verdiği sarhoşluk ve aymazlıkla biraz daha yol alması ve bu yolda başını örse vurması gerekecek. İhtimal ki o, başını vurduğu örsün verdiği acıyla iş işten geçmiş olarak uyanacak.
Dikkat çekmeye çalıştığım başkası… Aklını, kalbini ve vicdanını henüz kilitlememiş ama hâkim zihniyetin etkisinden de çıkamamış olanlar!.. Bazen onların tavrı topluma daha fazla zarar vermeleri söz konusu. Çünkü onların tavır ve ifadeleri pirincin içindeki beyaz taşlar gibi diş kırıcı özelliğe sahipler.
Adam Ramazan gününde sevap işleyeceğim derken eldeki sevaplarından oluyor, bunun farkında değil. Sözlerinde, yazısında kullandığı kelimelerin anlam katmanlarının mahiyetini bilmiyor ya da bilmek istemiyor. Dikeni ortadan kaldırıyor sanıyor, ama kesip yok ettiği gül fidanları, rengarenk çiçekler, meyveye durmuş ağaçlar!..
İnsan, fertlerden teşekkül etmiş grup, topluluk, cemaat, cemiyet gibi yapılar hakkında konuşurken çok dikkatli olmalı; kul hakkına girebileceğini, büyük veballerin altında kalabileceğini hatırdan çıkarmamalıdır. Suç varsa ve işlenmişse ki önce bunun evrensel hukuk normları çerçevesinde tespiti gerekir. Sonra bu suç, bireysel mi toplu olarak mı işlenmiş bu belirlenmelidir.
Şartlar neyi gerektirirse gerektirsin değişmeyen evrensel kural ve dini emir, suçun şahsiliğidir. Bir de “suç” olarak addedilen şeyin gerçekten suç mu yoksa siyasi bir tavır, siyasetin bir tavrı mı olduğu meselesi vardır. Siyasetin tavrı asla dinin tavrı olamaz. Siyasetin tavrıyla dini konuda ahkam kesmek en başta kişinin imanını zedeler. Çünkü böyle yapmakla kişi, başkasının dinden imandan çıktığından, başkasını dininden imanından ettiğinden dem vurur ama bu sözleriyle asıl kendi imanını yaraladığının farkında değildir. Çünkü dinin açık emirlerindendir ki küfür ve münafık sıfatları kime söylenmişse söylensin, ortada kalmaz. Ya söylenen muhatabındadır yahut onda yoksa bu bumerang gibi gelir bu, söz söyleyenin kendini vurur.
Hareket noktan ve bakış açın dinin de özü olan hak, hakikat ve adalet değilse bundan sonra söyleyeceklerinin hak ve hakikat olduğu sadece bir iddiadan ibarettir. Bu, aynı zamanda gerçeği örtme, değiştirme, saptırma ameliyesidir ki vebali çok büyük ve ağırdır. Ah bir bilsen!..
Yitirdiğimiz değerler hicran yarası içimizde durmayıp yaralar kanatan. Kalem var ki yarım asırdır insana ve insanlığa yararlı bostanların yetiştiği bir bahçeyi, yakinen tanıyıp bildiğin (ilmel, aynel ve hakkal-yakin) bir bahçeyi dikenler yetiştiren hâristan olduğunu söyler. Bunu da gül ve gülistan adına yapar.
Herkes, yaşanmışlığını kendi heybesinde taşır. Herkes kendi heybesinde ne olduğunu, olmadığını en iyi bilendir. Heybemde insanlığa yararlı olandan başka bir şey olmadığını ben biliyorum. Ama öyle kimseler var ki yok diyor, senin heybende dikenden, insanlara acı veren taştan, hayatları acılaştıran ve alt üst eden zehirden başka bir şey yok!.. Behey sersem, ben beni senden daha bilen değil miyim? Bilmeden böyle konuşan kişi, başkalarının dünya, kendisinin ebedi hayatına dair ne çamlar devirdiğinin farkında mıdır?
Faydalı olanı talep et
İnsan “beşik”ten “mezar”a kadar ilim öğrenmeli. İnsan ilim öğrenirken de onun hem kendisine hem de topluma faydalı olanından talep etmeli. İki Cihan Güneşinin (sallallahu aleyhi vesellem) “Ey Allahım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalbten, işitilmeyen (kabul görmeyen) duadan ve doymayan nefisten sana sığınırım." demesi bizler için önemli bir işaret olsa gerek. Yığınla kitaplar yazmış, akademik unvanda zirveleri tutmuş niceleri var ki merkezinde hak ve hakikat ve adalet olmayınca toplumun birlik ve beraberliğine, gelişmesine katkıda bulunacak söz, tavır ve davranışlardan çok uzaklar.
İlim insanı olabilirsin, o ilim seni kurtaracak işlere vesile mi? Büyük sevaplara vesile Kur’an-ı Kerim’i hıfz ederek onu bir bakıma metin düzeyinde koruma altına alman yüce bir davranış. Bu yüce davranışın, İlahi Kelam’da belirtilen emir ve yasakları hayata geçirmen konusunda seni muhafaza ediyor mu? Şu mübarek Ramazan gününde belki birkaç hatim yapıyorsun, alkışlanacak bir hâl, o ayetleri hayatına hayat kılabiliyor musun?
Sadece kendini düşünüyor ve sadece kendi acınla ve sevincinle baş başa kalıyor, başkası için, kök yemeye kadar yolu var diyorsan insaniyet mertebesinden ve defterinden adını çoktan sildirmişsin! Tolstoy, “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” der. Bunda ne kadar da haklıdır, öyle değil mi?
Şair Mehmet Emin Yurdakul gibi “Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar” diye dertlenip “Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.” diye bir irade ortaya koyabiliyor musun? Şairim yazarım diyorsan meseleye biraz da bu açıdan yaklaşmalı değil misin?
Tavrın, kendi kötülüklerini ayıplayıp iyiliklerini de görmezden gelme tavrı mıdır? Yoksa kendi kötülüklerini örtüp başkasının iyiliklerini de türlü iftira ve algılarla kötü gösterip yapılan iyiliklere engel olmak mı?
Oruç tutuyoruz, Allah kabul etsin. Ama orucu nasıl tuttuğumuzun farkında mıyız? Bütün hücrelerimizle tutamıyorsak orucu günün akşamında sadece bir “açlık”tan mı ibarettir heybemizde kalan?
İnsan ne olursa olsun bildiği hakikatlerin hakkını vermeli. Onun gereği gibi davranmalı, siyaset, dünya menfaati vb. başka sebeplerin dümen suyuna giderek hakikati gizlemekten kaçınmalı. Rahmetli babamın bana ilk gençlik yıllarımda söylediği sözüdür: “Herkes kısbetini (kisvesini) taşımalı!”
Büyük gönül insanı Yunus’a kulak verelim: “Gaflet ile Hakk'ı buldum diyenler/ Er yarın Hakk dîvânında bell'olur/ Âhiret tedârikin gördüm diyenler/ Er yarın Hakk dîvânında bell'olur.” Sonra Sultan III. Murat Han gibi “Uyan ey gözlerim gafletten uyan/ Uyan uykusu çok gözlerim uyan” diyerek gafletten uyanalım.
Hesabı kitabı iyi yapalım. Heybemizde ne var ne yok kontrol edelim. Ahirete varmadan orada bizim için zararlı olabilecek şeyleri şu mübarek günler vesilesiyle ayıklayalım. Gafletten uyanalım, bilince erelim. Heybemizi güzelliklerle, içtikten sonra asla susatmayacak bengisularla dolduralım. Dolduralım ki cennette bize ikram abıkevser olsun!
Akıl, mantık, kalp ve vicdan melekelerimizi gözlerimizle birlikte daima açık tutalım. Duyarlı bir kalp ve sakatlanmamış vicdanla şu hayatımıza bir çeki düzen verelim. Verelim ki böylece ebedi hayatımızda sonsuz mutluluğa erenlerden olmayı dileyebilelim!
Heybende ne var biliyor musun? Heybemizde neler var, biliyor muyuz? Düşündük mü hiç bunu? Düşünelim!..