Hayatın iki net gerçeğiyle iç içe yaşıyoruz her gün: Biri doğum biri ölüm. Her iki gerçeğe ermek için de de bu dünyanın kapılarından geçmek gerekiyor.
Büyük Ozan Âşık Veysel de Gündüz Gece redifli koşmasında, “Dünyaya geldiğim anda/Yürüdüm aynı zamanda/İki kapılı bir handa/Gidiyorum gündüz gece” diyerek bu gerçeğe işaret eder. Her bir kapısından geçmek o âlemlere bir doğum değil midir?
Uzun bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz ruhlar âleminde yaratıldığımız günden beri. Ruhlar âleminden anne ramine doğuyoruz, bir süre orada eylendikten sonra bu dünyaya teşrif ediyoruz. Her varlığın küçük hâli, fazla miktarda sevimlilik içerir. Bu yüzdendir ki gelişimiz, başta anne babamız olmak üzere, aile dediğimiz sosyal çevremizi şenlendirir.
Nereden nereye
Dilimizde öteden beri var olan kapı, “Kapamak” fiilinden türetilmiştir. Eski Türkçede “kapıg”, Orta Türkçede “kapug” şeklinde kullandığımız kapı, zaman içerisinde, bazı ses değişiklikleriyle “kapı” şekline dönüşmüştür. Kapı, Farsçaya ve Balkan dillerine geçen kelimeler arasında yer alır.
Kapı, “bir yere girip çıkarken geçilen ve açılıp kapanma düzeni olan duvar veya bölme açıklığı” (TDK Güncel Türkçe Sözlük) olarak tanımlansa da onun yedi sekiz farklı anlamda kullanıldığını elbette erbabı daha iyi bilir. Kelimenin sözlük anlamının yanı sıra kazandığı diğer anlamlarıyla birlikte onunkapı açmak, kapı aralamak, kapı aramak, kapıda kalmak, kapıdan çevirmek, kapı dışarı etmek, kapı gibi, kapı kadar, kapı kapı dolaşmak (veya gezmek), kapıları açık tutmak, kapıları kapamak, kapısına kilit vurmak, kapısını aşındırmak, kapısını çalmak, kapıya dayanmak, kapıyı açmak, kapıyı göstermek, vb. deyim hâlinde, bir o kadar da birleşik kelimeler içerisinde kullandığımızı hatırlayalım.
Doğduğumuz, çocukluğumuzun, ilk gençlik yıllarımızın, gençliğimizin geçtiği bir yerin adıdır baba kapısı. O bize mahsus bir alan olan evimizdir, türlü türlü sırlarımızın saklı olduğu, mahremiyet alanımızdır. Ev olarak bizim evimizdir ama kapı olarak o ev, baba kapısıdır.
Kapılar önemlidir; kapılar özel olmayandan özel olan alana geçiş noktasının adıdır. Bu yüzden de kapılar hem karşılama hem de uğurlamayı içerir. Gurbetten gelen, uzaklardan gelen, evimize, özel mekanımıza teşrif edenleri kapıda karşılarız. İster damat ister gelin isterse de çocuk olsun; ailemizin yeni bireylerini de kapıda karşılarız. Orada karşılama seremonileri düzenleriz; gelin geliyorsa şeker, çiçek atarız, çocuklar içinse madeni paralar saçarız. Kapılarımızı her daim açık tutarız güvenli bulduğumuz insanlara.
Güç Gösterisi mi?
Kapılar, önemlidir hem emniyet ve güven açısından hem varoluşunu gösterme ve ağırlık bakımından. Kapılar bir bakıma dosta güven, düşmana korku salan bir yapının diğer adıdır. İşte bütün bundandır ki eskiden sınırlarla, duvarlarla çevrilmiş alana giriş yeri olan kapılara çok büyük ehemmiyet verilmiştir. Selçuklu mimarisi başta olmak üzere bütün mimari yapılarımızda kapılara büyük önem atfedilmiş, sanatın ihtişamı o kapılarda sergilenmiştir. Onun için ilk kapıya, “cümle kapısı”, “bâb-ı kebir”, “bâb-ı âli”, “büyük kapı”, “nizamiye” gibi isimler verilmiştir. Osmanlıda Sadrazamların oturduğu saraya “yüce kapı” anlamına gelen “bâbıâli” adı verilmiştir. Bugünkü anlamda söyleyecek olursak “başbakanlık konutu”na verilen isimdir “bâbıâli”. Mecaz anlamı itibariyle de “hükümet” anlamıyla metinlerdeki bağlamında yer almıştır. Kelimeyi, Ziya Paşa “Bulundum ben dahi darü’ş-şifa-yı Bâb-ı Âli'de/Felatun'u beğenmez anda çok divâneler gördüm” dizesinde gerçek anlamıyla kullanmıştır.
Eskiden surlarla çevrili olan şehirlere İstanbul’da Edirnekapı, Topkapı, Yenikapı, Ahırkapı; Erzurum’da Karskapı, Erzincankapı, Gürcükapı,Tebrizkapı; Diyarbakır’da Urfakapı, Mardinkapı, Dağkapı; Kayseri’de Kİçikapı, Sivaskapı, Yenikapı ve Meydankapı gibi belirli kapılardan girilirdi, kapılar aynı zamanda yönü belirlemede de kullanılırdı. Surlar zamanla yıkılmış olsa da bu adlandırma devam edegelmiştir.
Kapı kelimesini tasavvufta çok önemlidir. Tasavvuf ve kapı, ayrı bir yazı teşkil edecek hacimde bir anlam yüküne sahiptir.
Şiir ve kapı
Divan şiirinde ekseri, “dâr” ve “bâb” kelimeleriyle yer alan kapı, birçok şairimizin şiirlerinde en müstesna yerini almıştır. “Âhiret kesbeylemektir dâr-ı dünyâdan garaz” der Avnî mahlasıyla Fatih Sultan Mehmet Han, “Dünyadan maksat ahireti kazanmaktır.” der büyük bir gerçeği işaret ederek.
Akşam olup da herkes evine çekilir ya, işte o zaman kederlere açılan bir çiçektir kapı. Yahya Kemal, Akşam Musikisi şiirinde karanlığın insanın içine ürpermeler uyandırdığını ve bunu karanlığın ayak seslerinden belli olduğunu söyler: “Ürperme verir hayale sık sık,/Her bir kapıdan giren karanlık,/Çok belli ayak sesinden artık./ Şair Ahmet Muhip Dıranas da Fahriye Abla şiirinde ise eski zamanlarda daha çok rastladığımız akşam ezanıyla herkesin evlerine kapandığı, sokakların yalnızlaştığı bir zaman dilimini hatırlatır bize “Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,/Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.”
Kapı çoğu zaman bir sevgiliyi görme durağıdır, ona Serenad sunma zamanıdır. Şair Dıranas’ı “Geçiyorum mevsim gibi kapından/ Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” dedirten sevgilinin hasretiyle sırılsıklam olmuşluğunun ifadesidir kapı.
Kapı bazen gamsız bir hayat süren kimselerin gamsızlığa girip çıktığı bir yerin adıdır. Duymayan Kadına şiirinde Şükûfe Nihal böyle insanlara sitemle söylenir: “Süzülerek çıkarken bir barın kapısından,/ Haberin yok yurdumun eleminden, yasından.../ Köşede kar içinde can veren çocuklar var...” Öyle değil mi? Bazı çocukların; oyun parklarından, sıcak yuvalarından/evlerinden, okul öncesi eğitim imkânlarından, anne ve babalarından uzak yaşadıklarını kaç insan biliyor ve kaç insan bunu dert ediniyor?
Kapı, hayatın devamını sağlayabilmek için “belli bir maksatla belli bir şey elde etmek için başvurulan, bağlanılan yer”dir kimi zaman da. Bu bağlamda başkalarından yardım ummak maksadıyla onların insafına kalmanın sona ermesi dilenir çok defa. Nazım Hikmet de Davet şiirinde bu dileği taşıyanlardandır ve kula kulluğun sona ermesini, kardeşçe ve özgür olarak yaşamın gerçekleşmesini arzular: “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,/ yok edin insanın insana kulluğunu,/ bu dâvet bizim.”
Memlekette olup biteni, toplumsal gerçekleri şiirlerinde dile getiren Enver Gökçe, Memleketimin Şarkıları adlı şiirinde tarım işçilerinin sıkıntılarını dile getirmiş ve ağalık sistemlerini “el kapısı” nitelemesiyle eleştirmiştir: “Benim saçlarım belik belik,/Bıyıklarım burma burma/Gözlerim kara kıyma renginde, ama/Erzincan oynamış, ağlamışım/Irgadık etmişim el kapısında.” diyerek Anadolu coğrafyasında işçilerin yankılanan sesini soluğunu dile getirmiştir.
Bayram günlerinde şeker toplamak için her evin/dairenin girişinde bitivermenin adıdır kapı. Nazım bu kez Kız Çocuğu şiiriyle karşımızdadır: “Kapıları çalan benim/kapıları birer birer./ Gözünüze görünemem/göze görünmez ölüler.” diyerek zili çalan çocukların kapı eşiğinde görünmemesinin sebebini ölüp gitmiş çocukların konuşamayacağını söyleyerek açıklar. Nazım, çocukların ölmemesi için, şeker yerine “imza” istemektedir, yetkililere ulaştırmak için: “Çalıyorum kapınızı/teyze, amca, bir imza ver./Çocuklar öldürülmesin/şeker de yiyebilsinler.”
Sahibine hasret duyan eşya
İnsanın bu dünyadan göçüp gittikten sonra geride kalanların, gidenin ardından bakakaldığı bir yerdir kapı. Ahmet Kutsi Tecer,Besbelli şiirinde, “Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut./ Sen de eller gibi adımı unut./ Kapımı birkaç gün için açık tut,/ Eşyam bakakalsın diye arkamdan.” diyerek insanlardan ümidini kesmiş gibidir. Çünkü, tabutunun ardından bir süre bakıp kalma işini eşyalarından beklemektedir.
Kapı bazen de hüznün, hasretin, yokluğun varlık noktadır. Halide Nusret Zorlutuna, Git Bahar şiirinde terk edilmiş, bir ziyaretçisi kalmadığından kilitlerle korumaya alınmış bir mabede benzettiği gönlünün yalnızlığına dikkat çekerek sitemini bahara iletir: “Çekil, bu gölgeli yolda gezinme.../Bahar, bakışların gene pek sarhoş./ Yanılıp gönlüme misafir inme:/Kapısı kilidli, mihrabı bomboş,/Mabettir orası, meyhane değil!”
Ziya Osman Saba için de sevgilinin sürpriz bir şekilde görüldüğü bir çizgidir kapı. O, Bir Yer Bilirim adlı şiirinde hayallerini ormanların içinde, masmavi göğün altında her türlü dedikodudan uzak bir köy evinde çaldığı kapıda sevgilisini görmeyi hayal eder: “Bir yeşil yer bilirim ormanların içinde,/Bütün gün mavi bir gök, bir rüzgâr, akşam esen./Dedikodusuz bir köy, herkes kendi işinde,/Bahçeli, küçük bir ev, kapıyı çalınca: Sen!
Zindan Kapıları
Kapı bazen esaretin, hürriyetten yoksunluğun, her türlü hareket ve hak kısıtlanmasına tabi olmuşluğun başladığı yerdir. Buradan çıkmak iradesi de kişinin elinde değildir. O irade hakimlerin kararlarında gizlenmiştir. Rıfat Ilgaz, Parmaklığın Ötesinden adlı şiirinde bunun resmini görürüz: “İnsanları alabildiğine sevmeyi/Bırakmazlar yanma/Böyle çekersin cezasını/Üç duvar bir kapı arasında/Onlardan ayrı/Böyle onlardan uzak//Kapılar demir sürgülü çifte kilitli/Kapalı özgürlüğe giden yollar/İçerdeki içerde mahzun/Dışardaki dışarda” Sevmenin, herkesi kucaklamanın sevgiye düşman olanlarca bir ceza sebebi olduğunu hüzünle anlatır.
Cezaevi şartlarında insanın neler hissettiğini Voltada şiirinde Ahmet Telli şu dizelere söyletir: “Akşam olmadan daha/kitlenir kapılar ardımızdan/ve başlar geceyarısına doğru/avluda yıldızların voltası” Ama dönem dönem değişen uygulamalar vardır ki şimdi akşam bahçede volta atmak imkânsızdır, çünkü bahçenin kapıları akşam gün batımında kapanmıştır.
Göklerin kapıları
Yerle gök bazen bir olur; çünkü yerin ve göğün sakinlerinin sevdiği, nadide bir varlık orada ikamet eder. O nadide varlık, İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallahu aleyhi vesellem). Onun kapısına uzaktan veya yakından gelenler hiç boş dönmemiştir, dönmez de! En büyük armağanı, ebedi bir hayatın kurtuluşu için imandır. Arif Nihat Asya, Naat’ında bu durumu dilimizde dönüp duran şu dizelerine döker: “Kapına gelenler yâ Muhammed/Uzaktan yakından/Mü’min döndüler kapından”
Kapı bir örümcek ağıydı bazen. O kadar zayıf ve o kadar korunaklı. Zayıflığından geliyordu aslında muhkem kale kapılarının korunaklığı. Onun var olduğu yere kimsenin girmiş olacağına ihtimal verilmemesiydi onu önemli kılan. Daha önemlisi korunanların insanlığın açan Tek Gülü (s.a.v.) ve onun yol arkadaşının olmasıydı… “Şu tekbir getiren mağara/ Örümceklerin değil/ Peygamberlerindir meleklerindir/ Örümcek ne havada/ Ne suda ne yerdeydi/ Hakkı göremeyen/ Gözlerdeydi”
Yerlerin kapıları olur da göklerin olmaz mı hiç kapısı? Evvelemirde, sağlam bir müracaat yeri olarak da durur karşımızda şimdi orası. Kâinatın Sahibi’nin Arş’ına açılan kapı!.. O kutlu kapıları açanların da hadimleri kutlulardan olacak elbette. Naat’ın devamında “Bulutlar kanat, rüzgâr kanat/ Hızır kanat, Cibril kanat/ Nisan kanat, bahar kanat/ Ayetlerini ezber bilen/ Yapraklar kanat” diyerek göğün kanat şakırtılarına karıştığını duyurur bize. Her kapı açılsın evet, ama göklerin kapıları da bir bir açılmalı. İnsan, o kapıların açılması için de yalvarıp yakarmalı. Üstat Arif Nihat öyle der: “Açılsın göklerin kapıları/Açılsın perdeler kat kat!”
Ruhlar âleminde başlayan yolculuğumuz, dünya durağında/istasyonunda devam ediyor. “İki kapılı bir han” olan dünyaya doğduğumuz gibi bir gün ahirete doğacağız. Kabir ahiret yurdunun giriş, şu fani dünyanın ise çıkış kapısıdır. Dileriz ve yüce Mevlâ’dan dileniriz ki bize ebedi hayatımızı sürdüreceğimiz o yurtta cennet kapıları açılsın ve cehennem kapıları ebedi olarak kilitli kalsın. Lâyık mıyız, elbette hayır. Umudumuz O’nun sonsuz rahmet hazinesidir!