Yazılarımda ekseri dile getirdiğim temel bir düşünce şudur: Allah bu dünyayı numune-i cennet olarak yaratmış, ama biz kulları onu numune-i cehenneme çevirmişiz. Kısa, fani de olsa güzelce yaşanabilecek bu geçici barınma ve yaşama istasyonumuzu yaşanmaz hâle getirmişiz. Bunun suçlusu bir kişi değil elbette. Ben, sen, o… hepimiz. Ama paylarımız açısından meseleye bakarsak elbette bu kötülükte herkesin payı farklı.
Yüce Yaratıcı tarafından insana bu dünyada verilen her nimet bir imtihan vesilesidir. İnsan onu gereğince kullanmaz ise bu, ona bir nikmet yani şiddetli bir azap ve ceza sebebi olabilir.
Şüphesiz ki insana verilen nimetlerin en önemlisi sağlıktan sonra akıldır, iradedir. İnsan, aklı ve iradesi ile düşünme melekesine de sahip olduğundan olanı anlama, olmayanı sorgulama, olanların neden öyle olduğunu sorgulama imkânına sahiptir. Bundandır ki bilimde, teknikte; bilgiye dayalı olarak her türlü alanda bir ilerleme söz konusu. Bilim ve teknikte ilerleme, her zaman bir önceki basamağın üzerine konan bilgiler ve bulgularla gerçekleştirilir.
Bilimde ve teknolojide ilerleme her geçen gün daha hızlı bir biçimde artmaktadır. Geçen yüzyıl ile günümüz, geçen yüzyıl ile bir önceki yüzyıl bu bağlamda kıyas edildiğinde aradaki farkın ne kadar büyük olduğu görülecektir.
İnsanoğlu yazıyı kullanmaya başlamasıyla bildiklerini sadece hafızasında biriktirmekten kurtuldu. İnsan, yazı ile bildiklerini kayda geçerken aynı zamanda düşündüklerini, duyduklarını da kayda geçirdi. Bununla da sınırlı kalmadı, hayallerini işledi harf harf kemiklere, derilere, taşlara, papirüslere, kâğıtlara… Derken bir gün bilgisayarı icat etti insan. Bununla kütüphaneler dolusu bilgileri küçücük bir alanda depolamayı başardı. Bu bilgiler, yeni nesle daha hızlı, daha çabuk ve daha yoğun olarak ulaştığı, ulaştırıldığı için bilimde ve teknikte ilerleme daha da hızlanmış oldu.
İnsan bilim ve teknikte ilerlemeyi sadece kendisininin hayrına olan işler için kullanmadı, çabasını ona hasretmedi.. Birbiriyle olan mücadelesinde var olan “savunma/öldürme; yok etme” fiilini teknoloji ile birlikte “daha iyi savunma/daha çok hâkim olma/öldürme” biçimine dönüştü.
Kimilerine göre bir halk ve hak kahramanı kimilerine göre bir eşkıya olan Köroğlu’nun bir dörtlüğü burada ne kadar da anlamlıdır! Bolu Beyi’ne karşı giriştiği mücadeleyi anlattığı şiirinde Köroğlu şöyle der: “Düşman geldi tabur tabur dizildi/ Alnımıza kara yazı yazıldı/ Tüfek icat oldu mertlik bozuldu/ Eğri kılıç kında paslanmalıdır”
Köroğlu bu sözü belki de bütün insanlık adına söylemiş gibidir. Daha önce bilek, zihin ve hamle gücüne dayanan savunma “delikli demir”in icadıyla iş başka alanlara kaymış ve işin içine “kalleşlik” girmiştir. Çünkü önceden, karşı karşıya merdane dövüşme söz konusu iken şimdi muhatabını, düşmanını bile göremeden savaşmak durumu vardır.
“Delikli demir”in, tüfeğin yani ateşli silahların icadı, barutun ve kurşunun kullanılması eski usul savaşları, savunmaları bir bakıma çöpe atmıştır. Var olma kavgası verenlerin yeni tarz savunma sistemlerini kurmaları hayati önemi haizdir. Gün geçmiyor ki yeni tarz silahlar söz konusu olmasın.
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren başlayan NBC (nükleer biyolojik kimyasal) silahlarının kullanımı Hiroşima’ya atılan atom bombası ile zirveye çıkmış, insanoğlunun çok büyük kayıplar vermesine sebep olmuştur. Aynı şekilde geçen yüzyılın sonlarına doğru Çernobil nükleer santralinin patlaması, insan sağlığına maliyeti çok yüksek zararlar vermiştir.
Günümüze gelindiğinde ise nükleer tehlikenin tastamam geçtiği söylenemez. Ülkelerin savunma sistemlerinde füzelere takılan nükleer başlıklar caydırıcı unsur olarak bulundurulsa da günü gelince bunun kullanılmayacağının hiçbir garantisi yok.
Savaşlarda sivillerin, yaşlıların, kadınların, çocukların doğrudan muhatap alınması onların canlarının tehlikeye atılması “suç” olsa da buna uyan ülkelerin neredeyse yok denecek kadar az olduğu da bir gerçek. Bu sebeple kitlesel imha gücüne sahip olan kimyasal gazların, nükleer başlıkların ve biyolojik silah olan hastalık, zararlı böcek vs. kullanılması bütün insanlığa hedef alan bir savaş suçudur.
Yeni nesil bir virüs Corona
İki bin yirmi (2020) yılı başlarında Çin’in Hubey eyaletine bağlı Wuhan kentinde Corona (Covid-19) adı verilen yeni nesil bir virüs ortaya çıktı. Virüs, binlerce kişinin ölmesine sebep oldu. Dünya ile türlü ticari ilişkiler içerisinde olan Çin’den bu virüs iki ay içinde değişik ülkelere yayıldı. Basında yer alan haberlere bakılırsa durum gerçekten endişe verici boyutlarda.”Çin'in Hubey eyaletine bağlı Wuhan kentinde ortaya çıkan yeni tip corona virüsü (Covid-19), dünya genelinde 89 binden fazla kişiye bulaştı. Virüs nedeniyle şu ana kadar 3 bini aşkın kişi yaşamını yitirdi. Türkiye'nin komşuları Azerbaycan, İran, Yunanistan, Irak ve Gürcistan'da corona virüsü vakaları tespit edildi. Ermenistan'da bir vakanın görüldüğü duyuruldu. Virüsün görüldüğü ülkelerin sayısı 60'ı aştı. Dünya Sağlık Örgütü, yeni tip corona virüs (Covid-19) için küresel risk seviyesini "yüksekten", "çok yüksek" seviyeye çıkardı.Güney Kore 4 bin 212, İtalya 1701, İran 978, Japonya 961, Fransa 130, Almanya 129, Singapur 106, ABD 80, İspanya 74, Bahreyn 47, Kuveyt 56, Tayland 43, İngiltere 35, Malezya 29, Avustralya 29, Kanada 24, İsveç 22, Birleşik Arap Emirlikleri 21, Irak 19, Norveç 19, İsviçre 18, Vietnam 16, Avusturya 14, Lübnan 10, Hollanda 10, İsrail 10, Yunanistan 7, Hırvatistan 7, Umman 6, Ekvador 6, Finlandiya 6, Rusya 5, Pakistan 4, Meksika 4, Hindistan 3, Filipinler 3, Romanya 3, Gürcistan 3, Danimarka 3, Çekya 3, Katar 3, Brezilya 2, Belarus 2, Belçika 2, Endonezya 2, Cezayir 1, Nepal 1, Sri Lanka 1, Kamboçya 1, Mısır 1, Afganistan 1, Azerbaycan 1, Kuzey Makedonya 1, Estonya 1, Yeni Zelanda 1, Nijerya 1, Litvanya 1, Monako 1, San Marino 1, İrlanda 1, İzlanda 1, Dominik Cumhuriyeti 1, Ermenistan 1.”(NTV)
Ka’be ve Mescid-i Nebevî’de hüzün
Her ülke bu yeni nesil virüse karşı kendince bazı tedbirler alıyor. İnsan hareketliliğinin en çok olduğu yerlerde bulunulmaması, insanların birbirleriyle yakın temas davranışlardan (tokalaşma, öpüşme vs.) kaçınması en başta gelen tedbirlerden. Bu anlamda mabetler, büyük alışveriş merkezleri, okullar riskli alanlar arasında yer alıyor. Bundan dolayı bazı ülkelerde okullar, üniversiteler tatil edilmiş durumda. Önceki gün Suudi Arabistan Hükümeti de aldığı tedbirler çerçevesinde Ka’be’de tavafı ve Mescid-i Nebevî’de İki Cihan Güneşi Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) huzur-u pâkilerinde selamlama kısmını iptal ettiğini duyurdu. Gerek Ka’be’den gerekse Mescid-i Nebevî’den canlı yayınlanan televizyonlarda da bunu görmek mümkün. Ka’be’nin içinde geniş iki daire kabeyi çevreleyecek şekilde boşluk alan oluşturulmuş, çok dar bir alanda zaman zaman tavafın yapılmasına izin verilmiş.
Yaptığım araştırmalar çerçevesinde bugüne kadar tarihin hiçbir döneminde tavaf kesilmemiş, engellenmemiş. Belki 1979 yılında yaşanan o meşum baskın sırasında kesilmiştir. Onun dışında, önceki gün alınan karara kadar tarihin hiçbir döneminde tavaf kesintiye uğramaksızın devam etmiştir. Corona virüsü dolayısıyla alınan bu tedbir, Ka’be’nin tavaf alanının boş kalmasına, onun boş kalması da içimize çok derin bir hüzünler salmasına sebep olmuştur. Nasıl olmasın ki binbir zahmet ve meşakkatle gidilen o mukaddes beldeye varıp Ka’be’nin örtüsüne dokunup içinden geldiği gibi gözyaşlarını akıtamayacak olmak… Asırlardır müslümanların Allah yolunda olduklarının bir işareti olarak değerlendirilebilecek olan tavafın geçici bir süre için de olsa kaldırılması hem Ka’be için hem de Ümmet-i Muhammed için hüzün verici bir durumdur.
Vatan topraklarının elden çıkması karşısında vatan şairi Namık Kemal şöyle demişti yüz elli yıl önce: “Git, vatan! Kâ'be'de siyâha bürün!/ Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat!/ Birini Kerbelâ'da Meşhed'e at!/ Kâ'inâta o hey'etinle görün!” O dönemde içini dökebilmek için gidip tavaf edebilmek zordu, ama mümkündü.
Cumhuriyet döneminde naat yazma geleneğini yazdığı Naat adlı şiiriyle hatırlatan büyük söz sultanı, içli ve coşkulu şairlerimizden Arif Nihat Asya bu şiirinde şöyle der: “Neler duydu şu dünyada/ Mevlid’ine hayran kulaklarımız;/ Ne adlar ezberledi, ey NEBİ,/ Adına alışkın dudaklarımız!/ Artık, yolunu bilmiyor;/ Artık, yolunu unuttu/ Ayaklarımız!/ Kabe’ne siyahlar/ Yakışmamıştı, ya MUHAMMED,/ Bugünkü kadar!”
Hilmi Yavuz üstadımız da “Hüzün ki en çok yakışandır bize” der. Bu durumlar, bu dramlar karşısında hüzünlenmemek mümkü? Hem de hen onlarca canların kaybedildiği şu dünya coğrafyasında yaşananlar yaşanıp dururken!..
Bir bakıma belki seviniyordur Ka’be, kim bilir? Çünkü orada yaşanan temiz tertemiz duygular orada kalıp, memleketlerine, yurtlarına dönen Müslüman yine hiç tövbe etmemiş, yaptıklarından pişman olmamış gibi hayatına devam ediyorsa bu iki yüzlü hâle kızıyordur.
Zulme, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı gelmeyip zalimlerin tarafında yer alan, zalimlerle birlikte hareket eden Müslümanların kendisine ziyarete geldiklerini görünce hüzünleniyordur. Belki de bir süreliğine dinlenmesi için “evin sahibi”ne, Rabbimize yalvarmış, onun duası da kabul edilmiş olabilir.
Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’de Efendimiz de “Bana hangi yüzle geliyorsunuz? Önce kendinizi bir düzeltip geliniz!” diye bir ikaz mı yaptı acaba?
Bunlar elbette nesnel olmayan yorumlarım. Ama gerçeklikten de bütün bütün uzak değil.
Rabbim, başta kendi nefsim olmak üzere Kur’an ve sünnette bildirilen, anlatılan İslam’ı yaşamaya, hakka, hukuka riayet etmeye, zulme, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı çıkmaya bütün müslümanlara nasip eylesin.
Bu mukaddes beldelerin hüznünü, Rabbim dünyada hüzünler yaşayan bütün mazlumların, masumların hüzünleriyle birlikte sona erdirsin inşallah. Âmin!..