|   | 
  • Cevahir Kadri

    Kalem ve Kelamın Kanatlarında

    İletişim, toplum hayatı yaşayan varlıklar için önemli bir meseledir. Varlıklar âleminin en şereflisi olma payesi verilen insan için, daha da önemli bir meseledir.

     

    Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede sözü güzel, yumuşak, faydalı ve tatlı dil ile (kavl-i leyyin) söylemenin önemi vurgulanır. 

     

    Hz. Musa (as), kibri çok yüksek, kendini ilah olarak gören Firavun’u yumuşak sözlerle imana çağırması emredilmiştir: “Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, Bana imana çağırmakta gevşeklik etmeyin. Firavuna gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar. Dediler ki: ‘Ya Rabbenâ (Ey Rabbimiz), onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.’ ‘Korkmayın’ dedi, ‘Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.’” (Taha Sûresi: 43-46)

     

    Kur’an-ı Kerim’de Abese Suresi’nde toplumun ile gelenleri ile önemli bir mesele konuşulurken konum, durum ve statü bakımından çok gerilerde olan birine ilgi göstermemenin ilahi sitem ve ikaza sebebiyet verdiğini hatırlayalım. 

     

    Tefsirlerde anlatıldığına göre “Hz. Peygamber putperest önderlerin ikna edilmesi halinde onları izleyen halkın İslâm’ı daha kolay benimseyecekleri düşüncesiyle onlarla da meşgul oluyordu. Böyle biriyle yaptığı görüşmenin ortasında yanlarına gelen görme engelli sahâbî Abdullah İbn Ümmü Mektûm’un kendisine yönelttiği sorudan rahatsız olarak yüzünü ekşitmiş, ona cevap vermemişti.” Bunun üzerine Abese Suresi’nin ilk on ayeti nazil olmuş, Hz. Peygamber, Allah Teâlâ tarafından ayetlerdeki sitemli ifadelerle uyarılarak, bu durumun Hak katında hoş karşılanmadığı belirtilmiştir:

     

    Yüzünü ekşitip başını çevirdi. Görme engelli o kişi geldi diye. Ama (ey Peygamber!) Sen nereden bileceksin, belki o kendini arındıracaktı. Yahut o bir öğüt alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her bakımdan ihtiyaçsız görenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu tutulmayacaksın ki! Gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana geleni umursamıyorsun!” (Abese, 1-10)

    ***

    Geçmişten bugüne değin insan, hemcinsleri ile türlü vasıtalarla iletişim ve etkileşim gerçekleştirmiştir.  Bu, insanlık tarihinin değişik dönemlerinde değişiklik göstermiş, duman, ateş, yazı ve mektup, güvercin, ulak vb. ile devam etmiş, matbaanın icadından sonra gazete, dergi ile sürmüş, teknolojinin gelişmesi ile telgraf, telefon, mobil telefon derken bilgisayar ve internet ile zirveye çıkmıştır. Bugün internet sayesinde çeşitli sosyal medya mecraları ile bu zirvedeki yerini sağlamlaştırmıştır.

     

    İnsan iletişimde yeni yollar, yöntemler, vasıtalar buldukça kendi içindeki özü başkalarıyla paylaşma yolunda ciddi mesafeler almıştır. İyiler iyilikleri en güzel biçimde anlatmaya, kötüler de kötülükleri yaygınlaştırmak için şeytanı bile emekliye sevk edecek kurnazlıklar ve oyunlar, hileler peşinde, insanların akıllarını çelme yolunda bütün enerjilerini sarf etmektedirler. Kısaca herkes, hangi ortam olursa olsun, kendi karakterini sergilemeye devam etmektedir.

     

    İyilik ve kötülük, iyiler ve kötüler gece ve gündüz, kış ve yaz, doğu ve batı gibi birbirlerinden ayrıldıkları ve her şeyiyle apaçık ortadadır. Bunların dışında bir de sözde iyiler vardır ama işinde, amelinde, fiillerinde kötülerle iş tutarak ortalığı karıştırmaktadır. Bu sebeple insanların aklı bunlar tarafından bir bir çelinmekte ve insan iyi ile kötüyü ayırt etmekte zorlanmakta, türlü kötülüklere savrulmaktadır.

     

    Görünüşe göre herkes adalet, iyilik, güzellik, aşk, muhabbet, sevgi, hoşgörü ve barış taraftarı. Gel gör ki bunların pratikte, uygulamalarda hiçbir karşılığı, yansıması görünmüyor.

     

    Herkes, bilhassa sosyal ve siyasi güç sahipleri, toplumu idare sadedinde gücü elinde bulunduranlar, gönül ve aşk insanı Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” sözünü dillerine pelesenk etmişler, ama uygulamalarına baktığınızda söyledikleri sözün kenarına kıyısına yaklaşması söz konusu değil.

     

    Her Müslüman bir bakıma, bağlısı olması hasebiyle İslam dininin birer temsilcisidir. Ama siyaset-yönetim-resmiyet bağlamında türlü derecelerdeki “din görevlileri”nin söyledikleri sözler ile görevi icabı yaptıkları arasında, hele siyasi konularda dağlar kadar fark vardır. Mesela kendileri ile ilgili bir soruya cevap olarak “Yalan çok büyük bir kul hakkıdır.” diyor. Yalanın ahirette kişinin karşısına çıkacağını belirtiyor. Evet, doğru söylüyor. Ama bu işi kendilerinden başkasına uygulama faslına geçince iş değişiyor. 

     

    İnsanların yalan ve iftiralarla işinden edilmesi, siyasi erkin etkisiyle insanların inançlarıyla ilgili aslı astarı olmayan gerçek dışı yorumlarla hutbelerde lanetlemeleri, toplumun o masum insanlara hor ve hakir bakmalarına sebep olmaları da ahirette karşılarına çıkmayacak mı? İnsan, kendisiyle ve kendi düşünce anlayışıyla ilgili olarak başkalarını hak ve hakikate davet ederken kendisi de aynı şekilde başkaları ve başkalarının düşünceleri hakkında aynı şekilde davranması gerekmez mi? 

     

    İnsan iyi bir hatip olabilir, güzel söz söylemede, güzel sözleri derleyip güzel, alımlı, süslerle halka sunumlar yapmada mahir olabilir. Cenab-ı Hak, bu nimeti bazısına daha çok vermiş olabilir. Bundan dolayı kitlelerce dönemin süper hatibi, yıldızı, programcısı, sunucusu, şairi, yazarı, aktivisti olarak alkışlanabilir; yıldızı kutup yıldızı gibi alkış semasında parlak olarak yer alabilir, dönemin hep aranan ismi olabilir. Bunlar her nefsin hoşuna gidecek hususlardandır.

     

    Kişi bu bir konumunu güzel sözlerle, şiirlerle, alıntılarla, ayet, hadis, menkıbe ve kıssalarla hak ve hakikatleri kitlelere anlatabilir; bu anlatmaları elbette alkışlanacak bir durumdur, alkışlanmalıdır da. Ancak unutulmamalıdır ki bu anlatımların gönüllere, ruhlara eskisi sözün fiille uyumu oranında olacaktır. Davranışa yansımayan söz hep afakidir, seraptır, susuzluğu giderme işlevine sahip değildir, ekranda görülen şelaleler altında yunup yıkanma hayalinden öteye bir şey değildir.

     

    Çok yakın arkadaşlarımdan birinin geçenlerde bana anlattığı tam da konumuzla alakalı bir durumu özetliyor gibiydi: “Toplumun birçok kesiminin tanıyıp bildiği, sevip saydığı, şiir, menkıbe odaklı sohbetlerine hayran kaldığı, benim de sevip saydığım, bir zamanlar bir vesile ile çalıştığım kurumun daveti vesilesiyle beraber olduğum, yaşça da büyüğümüzün yine bir sohbeti vardı. Dedim ki bu programa gideyim, sohbetlerden istifade edeyim.

     

    Programın başlayacağı ilan edilen saatte, etkinliğin yapılacağı alana geldim. Bir de ne göreyim? Alanın girişinde iki üç yüz metreye varan kuyruk!.. Herhangi bir haksızlığa meydan vermemek için kuyruğun en arkasına doğru yürüdüm ve hemen kuyrukta yerimi aldım. Giriş kapısına doğru yaklaştıkça arka sıralarda kuyruğa yeni dahil olanlarla kuyruk uzamaya devam ediyordu.

     

    Alanın dış giriş kapısına doğru yavaş yavaş ilerlerken zihnimde çakan şimşek sözleri iç sesimle seslendirmeden edemedim: “Bu kadar kalabalığa hitap edebilmek, hayati bir mesele, bu da bir imtihan. Bu kadar insan senin ağzından çıkacak kelime ve cümlelere odaklanmış, sana teveccüh gösterip gelmiş, konuşma yapılacak alanlar tıklım tıklım dolmuş vaziyette.” Hatta iç kapıya doğru yönelirken bütün salonların dolduğu ikazı da yapılıyordu. Meselesini, derdini topluma anlatma düşüncesinde olan için böyle bir teveccühe mazhar olmak apayrı bir nimet. Her nimetin şükrü kendi cinsinden ve sorumluluğu da o kadar yüksek. 

     

    Evet, bu mazhariyetin ve nimetin çok kritik bir eşiği var: İnsan, orada anlatacakları ile ya olacak ya mahvolacak. Bu, kişinin dilinden yayılacak söz ve bilginin içeriğine ve doğruluğuna bağlı. Anlattıkları hak ve hakikatten damlalar ise kurumuş gönülleri, çoraklaşmış zihinleri yeşertmeye, mümbit iklimlere döndürmeye vesile olacak. Yok yalan iftira ve dedikodularla zihinleri, akıl ve vicdanları zehirlerse o zaman dünyada geçici bir kazanım elde etse de ebedi hayatını mahvedecek. İnsan, dilinin altında gizlidir.”

     

    Arkadaşım anlatmaya devam ediyor: “Salonun girişinde, ayakta, sahneyi az buz görme pozisyonunda hatibi dinleme imkanını ancak bulabildim. Hatibin konuşması, anlatımı, anlattıkları, vurguları, hak ve hakikatten yana olunması, yalana ve iftiraya, zulme tevessül edilmemesi gerektiği hususları çok yerinde idi. Her zamanki gibi “ölürken gülebilme” nimetine de ermek istediğini bu konuşmasında da yineledi.

     

    Hatip ile daha önceden de hukukumuz olmuştu, bir vesile ile daha önce çalıştığım kurum davet etmiş, bundan dolayı iletişim bilgileri bende vardı. Konuşmasını salon girişinde ancak ayakta dinleyebildiğimi, güzel söyleşişi ve anlatımları için teşekkür ettiğimi bir selamla, ileri bir vakit olduğu için, Whatsapp’tan mesaj olarak gönderdim. Ertesi gün mesajın altında, hatibin kendisince görüldüğü/okunduğu işaret bilgisi belirdi. Bu kez sesli olarak iletmek için iki kez aradım. Birinde muhtemelen telefonu kapalı olduğu için ulaşılamıyordu, diğerinde de telefonu açan yoktu. Telefonu çaldığında açamamış olabilirdi. Ama daha sonra birkaç kelam ile geri dönüş yapabilirdi. Önceki mesajda ismimi yazmış olduğum için bilinmeyen numara olarak değerlendirmesi mümkün değildi. Hasılı ulaşamadım, üzüldüm. Acaba başka sebeplerden dolayı mı telefonuma çıkmak istemiyordu diye de düşünmeden edemedim.” diyor ve durumu şöyle değerlendiriyor: “Yahu insan, bu kadar güzel sözler, şiirler, menkıbeler, kıssalar okuyup anlatır da neden o anlattıkları doğrultuda hareket etmez, edemez? İnsanın özüyle sözü, sözüyle fiilleri bir ve uyumlu olmalı değil mi? Söyledikleri, sözleri hak ama uyumlumu anlattıklarımla diye bir de davranışlarına bak. Öyle değil mi efendim?”

     

    Bu meselede, anlattığı bağlamda arkadaşıma hak vermemek elde değil. Bu zafiyet, sadece onun anlattığı şahsiyet ile sınırlı değil. Aslında bu anlatımdaki kişi de değil asıl mesele. Asıl mesele davranışın sözle, sözün davranışlarla uyumunun vurgulanması. Bu anlatım kurgusal, anlatılanlar hiç yaşanmamış da olabilir. 

     

    Bilirsiniz, görmüşsünüzdür de; filmlerin girişindeki “Bu dizideki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.” uyarısı kabilinden niteliğe de sahip olabilir. Benzer davranışlar sergileyenlerin prototipi de olabilir. Toplumda benzer davranışlar sergileyenler yok mu, hem de çok!.. Önemli olan kıssaya değil, hisseye odaklanmak.

     

    Ülke halkının, dünyanın tanıdığı nice “starlar”, hatipler, aktivistler, gazeteciler, yazarlar ve şairler, sunucular vardır ki âdil, barışçı, hak ve hukuka, saygılı, hakkaniyeti savunan, huzur ve güven telkin eden nice söz, konuşma, şiir ve yazıları paylaşırlar. Fiil ve davranışlarına gelince onlar mesajlarındaki güzelliklerden ve barıştan, adaletten fersah fersah uzaktırlar.

     

    Böylelerinin bir de yalan, iftira ve tezviratla kişileri töhmet altında bırakması, kitleleri kitlelere kırdırmaları, topluma kin, nifak ve düşmanlık tohumları saçmaları, toplumun barış ve huzurunu türlü bahanelerle dinamitleyip kalpleri paramparça etmeleri yok mu? Böylesi durumlarda hak güçlü olmaz, güçlüler, muktedirler daima haklı olur: “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi!” (M. Akif)

     

    Ne kadar tanınmış olursan ol, kimseyi asla küçük, hor ve hakir görme. Bakınız, Mevlâna ikaz ediyor: "Ya kırdığın gönlü Allah seviyorsa? Bilemezsin, bilseydin ödün kopardı, dokunamazdın!" ve “Bir kez gönül yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Gönlü ise Allah yarattı.

     

    Ka’be binler defa yıkılsa daha sağlam bir şekilde yine yeniden yapılabilir. Ama kalpler bir kırıldı mı, tekrar eskisi yapılmasına imkân yok. Ne kadar özürler dilense, gönüller alınmaya çalışılsa da yara kapanmaz, kapansa da silinmez, izi kalır. Nitekim tahtaya çakılan çivi sökülse de tahta hiç çivi çakılmamış gibi değildir artık. Onun kalp kırmaya, türlü bahanelerle kul hakkına girmeye lüzum yok! Kalem ve kelam, seni daima hak ve hakikatin semalarında yüceltsin; oradan inciler saçmana bak, taş değil!

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.