Halk arasında yaygın olarak bilinen bir söz vardır: Sayılı günler tez geçer. Evet, bu çok doğru bir sözdür. Ancak o günlerin mahiyeti de önemli. “Gün var bin aya değer” der rahmetli Bahtiyar Vahapzade. Günün kadr ü kıymeti anlamında çok doğru bir hüküm. Bir de öyle günler, öyle aylar vardır ki onlar bir türlü geçmek nedir bilmez.
Vaktin geçmesi ve geçmemesi konusunda öncelikle şu tespiti yapalım: Vakit çabuk geçiyorsa geçmesini istemediğimizdendir; vakit bir türlü geçmek bilmiyorsa o vaktin çabuk geçmesini istediğimizdendir. Mutluluktan uçuyorsak, kıymeti maddiyatla ölçülemeyecek derecede güzel insanlarla beraber olduğumuz bir ânı yaşıyorsak elbette bu zaman çabuk geçecektir; çünkü o güzel zamanın bitmesini hiç mi hiç istemeyiz. Bir de yalnızlıklar içindeysek, yalnızlık denizine kulaç atıyorsak, yorgunluk üstüne yorgunluk yaşıyorsak, yorgunluğun her türlüsü üzerimize üzerimize geliyorsa ve bunlara ilave olarak çevrenin bakışı, sözü de birer projektör gibi üzerimize çullanmışsa, kalabalıklar içerisinde yalnızlık merdivenlerini, yalnızlık dağlarını tırmanma mecburiyetinde kalmışsak bu vakitlerden de tez elden çıkmak istediğimiz, bu vakitlerin de hemen geçmesini istediğimiz için vakit bir türlü geçmez. Acele edişimiz, bize, kalbimize çoğu zaman ağır bir yük olarak geri döner. Bunların hiçbiri olmayabilir de!.. Allah kimseye vermesin, Hz. Eyyub (aleyhisselam) gibi onulmaz dertler ve yaralarla sınanıyorsak, derdimizin birinden şifa bulmuşken bir diğerine düçar oluyorsak, imtihanlarımız böyleyse bunlara karşı sabır göstermek çok da kolay değil; işte böyle bir hâl üzere olanların zamanı, işi çok yavaştan alır, geçmek nedir bilmez. 17. yy. Divan şairlerimizden Sâbit’in, bu hâli en güzel bir şekilde anlatan şu beytine bir kulak verelim:
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat”
Diyor ki şair “En uzun geceyi; işi¸ onu hesaplamak olan müneccime¸ muvakkite sorma; onlar bilmez. Gecelerin kaç saat olduğunu gama tutulmuş olana sor.” Derdi olmayanlara gece ne de güzel bir dinlenme zamanıdır; vücudumuz âdeta uykuda yenilenerek, uyurken enerji toplayarak ertesi güne hazır hâle gelir. Bu da Rahmet-i Sonsuz’un biz aciz kullarına ikramlarındandır. Ya derdi olanlar, ıstıraptan iki büklüm olanlar, yumuşak döşekleri en sert mermerden daha sert hissedenler, onlar geceleri nasıl geçirirler, hiç düşündük mü? İşte şair Sabit’in o harika tespiti, bu hâl üzere olanların hâlini en güzel biçimde anlatıverir.
Hâl ile hemhâl olmayanlar, gerçek anlamda birinin hâlini anlaması imkânsızdır. Bakınız Dede Ömer Rûşenî bu konuda neler söyler, bir dinleyelim:
“Bîmâr olan bilür yine bîmâr hâlini
Mecrūh u hastanun haberin sağa söyleme”
(Hastanın hâlini yine¸ sadece hastalar bilir. Yaralının¸ hastanın durumunu –boş yere- sağlıklı olanlara anlatma.) Ne kadar da haklı, öyle değil mi?
Ömür dediğimiz şey ânlardan oluşur; “ân”ları nasıl tamamladığımıza bağlıdır bir ömrün nasıl tamamlandığı. Ânları birer halka olarak kabul edersek bu halkalarla ömür zincirimizi nasıl oluşturduğumuzu anlamamız çok kolay olacaktır. Gül halkası, mutluluk halkası, azap halkası, kul haklarıyla yoğrulmuş azap halkası, Rabbimize karşı işlediğimiz günahlar halkası vs. uzayıp giden türlü türlü halkalar…
Kutlu zaman dilimi üç ayların son halkasının veda günlerindeyiz. Güzellerden çok güzel, kıymetlerden çok kıymetli o sayılı günler bir bir geride kalıyor. Onların son halkası Ramazan ayı; o ay ki evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azat olma imkânı verilmiş, içerisinde kendisine benzer bir gece olmayan bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’ni barındıran, müstesna güzellikte bir zaman güzelidir. Dillerde veda, elveda söz ve nağmeleri… Hazreti Üftade’nin (K.S.) Ramazaniye’sinden bir dörtlük:
“Ey dostlarım ağlaşalım,
Oruç ayı gitti yine.
Hasret ile inleşelim,
Oruç ayı gitti yine.”
Niyazi-i Mısrî ise şöyle dillendirir bu demi:
“Yine firkat nârına yandı cihân
Hasretâ gitti mübârek ramazân
Nûruyla bulmuştu âlem yeni cân
Firkatâ gitti mübârek ramazân”
Bu ayı, kameti kıymeti çerçevesinde değerlendirebilenlere ne mutlu! Kalkılan sahurlar, edilen iftarlar, kılınan teravihler, okunan Kur’anlar, edilen hatimler, getirilen salavat ü selamlar, yüreklerden kopup gelen, gözyaşlarıyla canlılık katılarak edilen dualar, günahsız dille yapılan dualar… vb. bayrama girmemizi güzelleştiriyor. Ama biz yine de önce kendimize sonra cümle Müslümana soralım: Bayramı hak ediyor muyuz? Bayrama gün olarak ulaştığımız demlerde hâl olarak ulaşabildik mi? Hâl olarak, ruh olarak ulaşamayanların hâli, hâletiruhiyesini anlayabildik mi? Bu konuda empati yapabildik mi? En önemlisi de Yunus Emre’nin o güzel deyişi ile “yetmiş iki millete bir gözle” bakabildik mi? Aklımızı ve kalbimizi hapseden siyasetin günübirlik söylemlerinden kendimizi çekip çıkarabildik mi? Aile efradımıza, kapı komşumuza, komşularımıza, dost ve arkadaşlarımıza siyasetin ayrıştırıcı dilinin ve bakışının etkisinden uzaklaşarak bakabildik mi?
Bayramlar biraz da başkasını düşünme günleridir. Bu konudaki karnemiz nasıldır, neler yaptık, neler ettik, neler söyledik? “Düşene bir tekme de biz vurarak oh olsun, zaten hak etmişti!” mi dedik yoksa, “Düşmez kalkmaz bir Allah; bana düşen, Müslüman kardeşime öncelikle dua etmektir, ona istikamet ve hidayet dilemektir.” mi dedik?
Unutmayalım ki toplumumuz, ülkemiz, insanımız birlik ve beraberliği ancak kalpleri tamir ederek, onları birbirine ısındırarak sağlayabilecektir. Bunun için siyasetin bakışını ve dilini bir kenara koymamız insanî, İslamî ve evrensel değerler etrafında halkalanmamız şart. Bu olmadan kalplerin bir arada olması, birbiriyle ısınması asla söz konusu olamaz. Varsa yapılan haksızlıklar, hukuksuzluklar bir bütün olarak bunlara karşı durabilmek olmazsa olmazlardandır.
Üstat Mehmet Akif Ersoy’a da kulak verelim: “Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır; / Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!” Ufukların gülmesi, dünyanın başka bir dünya olması, hâllerin hoş ve zamanın eğlenceli olması kalplerin durumuna bağlıdır. Kalpler üzgünse, ezilmişse, hoş değilse, kırılmışsa, kırgınsa dünya havaî fişeklerle aydınlatılsa o kalpler, kederin zirvesinde yalnızlık âleminin ferdi feritlerindendir. Bir de kalbinin bir yarısı yanında olmayanlar, olamayanların durumu var ki o apayrı bir yazı konusu.
Geliniz, bu bayramda kırık kalpleri tamir etmenin yollarını arayalım. Kızgın çöllerde susuz kalmışlara su vermenin sevabını yazmaya bu satırlar yetmez… Kalbi kırık olanların, birbirine dargın olanların barıştırılması hususunda hâl çareleri arayalım. Sevgi suyuna hasret, buruk bir kalp kalmasın bu bayramda, ona çalışalım. Çünkü bayram herkese bayram olursa bayramdır. Suriye, Filistin, Yemen, Mısır, Myanmar, Afganistan, Kafkasya vb. dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm altında inim inim inleyen, haksız bir biçimde asgari insan haklarından mahrum edilen kardeşlerimiz için dualar edelim. Dualar edelim ki kalpler sürura kavuşsun, onlar da mesrur olsun. Ayrı olanlar kavuşsun, dargınlar barışsın, kırık ve buruk olanlar birbiriyle kucaklaşsın!
Unutmayalım ki kırık bir kalbin âhını almak ne kadar vebal almak ise onun şenlendirmek, onu muhabbet halkasına dahil edebilmek de o derece sevaptır, güzelliktir, iyiliktir.
Ya Rab, Vedûd isminin hürmetine ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) vüdd, sevgi ihsan eyle. Mahzun gönüllerin mahzuniyetini, kırık kalplerin kırıklığını ve burukluğunu gider de cümle kalpler hep birlikte bayram yapalım. Bu bayram, kalplerin bayramı olsun. N’olur Allahım, n’olur!