Bir “şey”i anlamak için parçasına mı bakmak lazım, bütününe mi? Yoksa her ikisine birden mi? Bazen parçaların birbirleriyle ilişkilerini inceleyerek, araştırarak ve gözlemleyerek bütüne ulaşmak en doğrusu olur bazen de bir bütünü görüp oradan sistemini oluşturan parçalarının nasıl işlediğine, nasıl bir işleve sahip bulunduklarına göre bütünü inceleyip anlamak daha kolay olur.
Ömrümüzü yaşaya yaşaya tamamlıyoruz. Ömür “yapboz”umuzun parçalarını nasıl bir bütüne varacağımızı bilmeden, düşünmeden birleştire birleştire, vakt-i merhunumuza doğru yol alıyoruz. Dilerim ki o bizim için “belirlenen vakit” geldiğinde, ömrümüz hitama erdiğinde ortaya güzel bir “şekil” bırakıp gideriz ebedi âleme. “Kitap Beni Açarken”e kulak vermemiz gerekiyor: “Ömrüm kendimi kurmakla geçti; ‘bir şey’ olmaya vaktim olmadı.” İnşam ne zaman biter, ben ne zaman olurum? Hayır, insan inşasının bittiğini göremez; her dem yıkılıp yeniden kurulur. Dünyadaki ömrü bittiğinde, yaşadığı kadar ve yaşadığı şey olarak kayda geçer. Olmuş veya yarım bir şey…” (N. Dağlı)
Arapçadan dilimize önce ödünç aldığımız daha sonra yerleşmesine izin verdiğimiz, dilimizden oturumunu alarak dil vatandaşlığına dahil olan “kasım” kelimesi, “yılın on birinci ayı; ikinci teşrin, son teşrin, teşrinisani.” gibi anlamlara gelmektedir. Kelimeyi bu anlamıyla “a” sesini uzatmadan telaffuz ediyoruz. Onun bir de eski takvimlerde de yazıldığı üzere “Kışın başlangıcı sayılan 8 Kasım günü başlayıp Hıdırellez'in ilk günü olan 6 Mayıs'a kadar altı ay süren dönem” anlamı vardır ki yazımızın yazılışına ilham olan anlamı da budur. Yılı iki döneme ayırması anlamıyla “bölen, taksim eden, kısımlara ayıran” anlamı söz konusudur yani.
Eski takvimlerde “kasım günleri”, “Hızır günleri” diye ibareler görürdük. Tabii o zamanlar bunun üzerinde pek de durmazdık, nedir, neyin nesidir diye de merak etmezdik. En azından kendi adıma bunun böyle olduğunu belirtmeliyim; etmezdim. Zamana, yaşa, konuma, duruma, anlayışa göre bazı şeylere ilgimiz, merakımız da değişiklik gösteriyor. Evet, “kasım günleri”, 8 Kasım’da başlayıp 6 Mayıs’a kadar devam eden dönemi kapsayan günlere verilen ad. Yılın diğer günleri olan, 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan kısma da “Hızır günleri” olarak adlandırılırdı. Evet, birkaç gün sonra gireceğimiz “kasım günleri” hayatlarımıza hayırlarla, bereketlerle, huzurla ve hukukla gelsin diyorum. Bilhassa bunlara çok, çok ihtiyacımız var; ekmek gibi, su gibi, hava gibi. Hayatı bunlarsız yaşamak ne mümkün!..
Hayatımızın “kasım günleri”ni ne zaman yaşarız, belki yaşadık belki de ileride yaşayacağız. Ya “Hızır günleri”, onları da yaşayıp bitirdik mi?
Hayat, tekdüze devam etmiyor şüphesiz. Bazen engebeli ve zorlu yollardan geçiyoruz bazım som, “yağ gibi” asfaltlarla kaplanmış otobanlarda yol alıyoruz. “Günler aramızda döndürülüp duruyor.” “Bugün başkalarına bayram, yarın daha başkalarına”. Onun için hayatımız bazen kasım günlerine bazen de Hızır günlerine denk geliyor. Müşkül olan budur ki yaşadıklarımızın hangisi Hızır hangisi kasımdır; bunu bilmekte ve idrak etmekte zorlanıyoruz…
Ekimde toprakla buluşan tohum kasımda artık yeryüzüne, yemyeşil filizleriyle “merhaba” demeye başlar. Ufaktan ufaktan çimlerini, çimenlerini, çimenler hâlinde dallarını yaprak yaprak çoğaltmaya başlar. Yepyeni bir dünyanın inşasının su basamağına kadar tamamlanışının adıdır kasım. Artık bugünlerin ileri vakitleri, daha çoğalma, yatay ve dikey olarak büyüme, artma, boy verme zamanlarını da aşıp başağa durma süreçleridir…
Zaman hep hareket hâlindedir; hiçbir zaman durmuşluğu da yoktur. Bütünlükteki dilimlerin bir başka dilimlerinde (gün, hafta, aylar) uzayıp kısalmaları olsa da bu kasım günlerinde güneş ile dünyanın arası pek yok gibidir. Bunu böyle demiş olsam da bu diğer Hızır günlerine göre aradaki mesafenin de arttığı günlerdir, ara, açık ara çoğalmıştır yani.
Renkler cümbüşüyle başlar kasım günleri. Sonbaharın son demi ile başlayan bu yol, ilkbaharın ilk demleriyle sonlanır. Sonbaharın baskın rengi sarının ve kızılın farklı farklı binbir tonlarının bir arada ağaç dallarında yaprak tuvallerinde oluşan küçük küçük desen katmanlarının birleşimi sonunda muhteşem tabloların sergi salonudur aynı zamanda kasım günleri. Bu mevsimde renkler tablosuna bakmaya doyum olmaz. Bu tablolar hayatta karşılaştığımız insanlar gibidir, herkesin farklı bir duruşu, görüşü ve anlayışı vardır, tıpkı bu tablolardaki farklı renkler gibi.
Kasım günlerinin sadece kasım ayından ibaret olmadığını belirtmiştim. Öyledir de. Kasımdan aralığa, oradan ocak ve şubata, mart ve nisana… nihayetinde mayıs ayının ilk günlerine uzanan bir sürecin ve farklı tabloların sergilendiği galerinin adıdır kasım günleri. Her biriminin ayrı bir güzelliği olduğu gibi ayrı tonlarda bir telaşesi ve zahmeti söz konusudur.
Kasım ayı bağbozumu sonu başak toplama mevsimi, aralık ve ocak sobaların başında kestaneleri kebap ederek dinlenmekle geçerken şubatta cemreler düşmeye başlar. Gönüllere de düşer mi cemreler bilmem ki?
Uzun kış geceleri var mıdır, 21 Aralık eskisi gibi “şeb-i yelda” – en uzun gece- midir yine? Akşamları yatsı namazı sonrası Hz. Ali’nin cenkleri, Gazavatnameler okunuyor mudur, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri anlatılıyor mudur? Sıra gecelerinde yürekleri yakan türküler seslendiriliyor mudur? Oturmalarda halk birbirini tanıyıp birbiriyle hâlleşiyor mudur?
Uzun kış geceleri yok artık… Öyle uzun uzadıya hikâye dinlemelere tahammülleri de yok insanların, vakitleri de… Herkes kendi dünyasında, kendi dert ve kederleriyle baş başa. Değil yan binadaki komşunun ne hâl üzere yaşadığı, yan dairedekilerle doğru dürüst bir iletişimimiz dahi yok!.. İletişimimiz yok ki hâlleşebilelim, hâli hatırını sorabilelim!.. İnternet ve bilişim çağında adının hilafına/zıddına insanlar birbirinden uzaklaşıyor, uzaktakiler birbirleriyle yakınlaşırken!.. Dünün vakti değerlendirme araçları dünde kaldı, bugünün vakti değerlendirme araçları çok daha farklı ve bireysel. Küresellik içinde bireysel “takılma”lar söz konusu şimdilerde… Yalnızlar daha da yalnızlığa mahkûm, çaresizler daha da çaresizliğe!..
Küresel ve konvansiyonel birlikteliklerden arta kalan zamanlarda iç muhasebe ve murakebenin daha da iyi yapılmasına imkân bulunan vakitlerdir kasım günleri bir başka açıdan. İç muhasebe ve murakabe önemlidir. İnsanın kendisini sorgulaması aynı zamanda kendini tanımaya başlaması demektir ki kişi kendini tanısa bütün bir kâinatı tanımış olur. Bu bağlamda sözü, Nihat Dağlı’ya bırakalım:
“İnanmış ben şöyle düşünür: İnsan bir imkân olarak yaratılır, öylece yeryüzüne bırakılır. Kendisinden beklenen, imkândan mümkünü çıkarmaktır. Hayat insana, kendisini ikame etmesi için bahşedilmiştir. İnsana, “Kendini bil!” denilmiştir. Dolayısıyla inanmış ben, ancak kendini bilenin Rabbini bileceğine inanmaktadır. İnsanın kendini tanıması, kendini inşası anlamına gelir. Ve insan varlığın bütününde yatmaktadır. İçine bırakıldığı varlık, dünyada yaşanan, hayatın açılımı olan her bir şey okunası metinlerdir. İnsan dışarıda, bu okunası metinlerde kendini toplayarak inşa olur.” (Kitap Açarken Beni, Nihat Dağlı, s. 17, KDY Yayınları)
Bakalım insan, uzun kış gecelerinden kendini bularak yeniden inşa edebilecek mi? Kasım günleri bunun için bulunmaz bir fırsattır aslında. Değerlendirebilene ne mutlu!