Bir gün, kendini beğenmiş bir nahiv (gramer) bilgini, sahilde duran bir kayığa binip karşı sahile geçmek ister. Kıyıda müşteri bekleyen kayıkçılardan birine seslenir. Kayık yanaşır, bilgin de kayığa atlar.
Kayık, denizin üzerinde seyretmekte iken, bilgin kayıkçıya sorar:
"Sen hiç gramer okudun mu?"
"Hayır! Ben cahil bir kayıkçıyım."
Bilgin:
"Vah vah, çok üzüldüm. Demek yarı ömrün boşa gitmiş..."
Diye, acıyarak kayıkçıya bakar. Bu şekilde küçümsenmekten dolayı kayıkçının canı sıkılırsa da bir şey söylemez. Ne de olsa müşteri velinimettir, diye düşünür. Tam bu sırada, bir fırtına kopar. Kayık denizin ortasında yalpalar yapmakta, kayıkçı bütün gücüyle tehlikeyi atlatmak için çalışmaktadır. Fırtına gittikçe artar, kayık batmak üzeredir. O zaman kayıkçı karşısında korkudan tir tir titreyen bilgine:
"Ey, her şeyi bilen âlim dostum. Şimdi ben sana soruyorum. Yüzme bilir misin?"
"Hayır" cevabını alınca, kayıkçı:
"Vah vah, sen ömrünü boşuna harcamışsın. Şimdi bütün ömrün gitti. Çünkü biraz sonra kayığım batacak...
İyi bil, şimdi burada nahiv (gramer) bilgisi lazım değil, mahiv bilgisi lazım... Eğer, mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!" diye cevap verir.
Mevlana ilave eder: "İstersen dünyada zamanın allamesi ol, ama dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da...
Hikâyeden de anlayacağımız gibi uygulama yoksa teori bir yerde tıkanıyormuş. Bugün eğitim sisteminin neredeyse tamamı teori üzerine dizayn edilmiş. Uygulama becerileri kazandırılmamış bilgi işe yaramıyormuş. Bugün tüm dünyanın büyük bir korkuyla içinden geçtiği süreçten dersler çıkarmalıyız. Ekmek bulur muyuz, aç kalır mıyız, makarnamız biter mi? Kaygılarını bir daha yaşamamalıyız. Bakın bugün tüm devletler kendilerini korumaya aldılar. İhracatı durdurdular. Önce ben sonra kalırsa başkası dediler. İnsanlık üç kuruşluk maskeye muhtaç oldu.
Neymiş? Hiçbir işe yaramaz dediğimiz, içini boşalttığımız meslek liselerinin ne kadar da önemliymiş. Bu okullarda, maske diyoruz onlar üretebiliyormuş, dezenfektan diyoruz onlar üretebiliyormuş, kolonya diyoruz onlar üretebiliyormuş, cihaz diyoruz onlar üretebiliyormuş. Laf kalabalığıyla, kibirle, en iyisini ben birimle işler her zaman yürümüyormuş. Bugün takkeyi önümüze koyup düşünmemiz lazım. Meslek liseleri ivedilikle iyileştirilmeli, kalifiye öğrenci alımları yapılmalı, sağlam bir alt yapı kurulmalıyız. Bilime ve bilimsel çalışmalara daha fazla önem vermeliyiz. Tarımı canlandırmalıyız. Hayvancılığı özendirmeliyiz. Üretimi desteklemeliyiz. Kendi kendimize yetebilen bir ülke olmalıyız. Bu da ancak eğitim sisteminin sil baştan ele alınmasıyla olabilecek bir şey. Herkesi üniversiteli yapma çabasından vaz geçmeliyiz. Herkesi dört şıktan birini seçmeye zorlamamalıyız. Aşağıdakilerin hangisini sormak yerine toplumsal ihtiyaçlar ve mevcut becerileri üzerine sistemi inşa etmeliyiz. Bir çocuğu on beş yıl okula gönderip sonuçta bir markette tezgâhtar olabilmek için kuyruklara sokmamalıyız. Bizim toprakta çiftçiye de, sanayide tornacıya da, berber de çırağa da, konfeksiyonda dikişçiye de, elektrikçiye de, ihtiyacımız var. Bir dostumun söylediği gibi; öğütülmüş değil, öğretilmiş nesillere ihtiyacımız var. Gelin tekrar düşünelim. Yol yakınken yüzmeyi öğretelim. Sağlıcakla…