Çok yakın bir akrabam; “Abi, valla haber maber dinlemiyorum. Televizyonda yalnızca belgesel, futbol maçı ve bulursam kovboy filmi izliyorum. Kimseyle de gündeme ilişkin hiçbir şey konuşmuyorum. Aylardır kimyam bozuldu be! Nedir bu yahu!” diye yakınmıştı bir gün. Cevap veremedim kendisine.
Adam, kimyasının bozulduğunu söylüyordu ama ben kafasının da bozuk olduğunu görüp duruyordum. Bozulan ahenk, bozulan moraller, bozulan kimyalar, bozulan kafalar… Karışan kafalar da var. Kafaları karıştıranlar da. Ve biliyorsunuz; kafası karıştırılanlar ve huzuru kaçanlar yalnızca Türkiye’deki nüfus değil, bir bakıma ümitlerini bize endekslemiş koskoca bir İslâm Âlemi de müteessir. Sonuç olarak, herkesin kafası karışmış durumda. Kafalar karmakarışık. Piyasa da karışık. İşler felç, zamlar koşar adım… Âdetâ bütün toplumu gerdiler. Bir yakınım, “Hortumcuların, yolsuzluk yapanların…” diye başlayıp küfürler ediyor durmadan. Bir arkadaşım, “Hay böyle cemaatlerin…” girişinden sonra türlü bedduaları, hakaretleri birbirinin ardı sıra savuruyor. Bazı tanıdıklarım, aslında gerçeklerin çoğunu bilemediklerini ifadeden sonra, “Ama sonuçta, olan vatandaşa oluyor, kazığı biz yiyoruz.” gibi lâflar söylüyor. Ayrım yapmaksızın bütün taraflar ve taraftarlar hakkında kötü şeyler söyleyenler de az değil. Olanı biteni istihza ve memnuniyetle izleyip sevinenlerin sayıları ise artıyor günden güne. İşin en acı yanı; bütün genel seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, daima daha kötü günlerle karşılaşmaktayız. Önümüzde kapkaranlık dar boğazlar var geçmek zorunda kalacağımız. Ortaya çıkacak bütün sonuç tablolarında, en azından istikrara, güvenliğe, itidale ve biraz da demokrasiye veda edeceğimizi görmek için falcı veya kâhin olmak gerekmez. Allah sonumuzu hayır etsin.
* Taraflar ve taraftarlar, aşırı fanatik, provakatif, mütecaviz ve ölçüsüz oluşlarıyla kafaları karıştırıyorlar.
* Medya, tarafsız olamayışıyla kafaları karıştırıyor. Yazar Ali Bayramoğlu’nun bir değerlendirmesini şöyle anlamıştım: Eskiden de biraz böyleydi ama Türkiye bugün kalın çizgilerle belirli kamplara bölünmüş durumdadır. A tarafı, B tarafı ve bir de bu ikisinin dışındaki, bir bakıma ikisine de karşı olan C tarafları. O, bu üçüncüsünü kimlerin oluşturduğunu da ifade etmişti ama şimdi üzerimize vazife değil. Ben bunlara, gücü belki de çok azdır ama “gerçekten tarafsız, hem nalına hem mıhına vuran (daha doğrusu ‘vurmayan’), hakkaniyetli müsbet gelişmeler için duacı olan bir taraf”ı da eklemeyi gerekli buluyorum. Evet Bayramoğlu’nun ifade ettiği durum medyaya da yansıyor tabi. Dolayısıyla tarafsız medya organı yok, denilebilir. Bu da yangına körükle gitmek anlamına geliyor ve kafaların daha çok karışmasına neden oluyor.
* Ama fitnenin büyümesinde asıl rol, internetin. İyiye kullanıldığı zaman nice iyilikler sunan internet, kötüye kullanıldığı zaman, ki çoğunlukla kötüye kullanılıyor, sınırsız belâlar yağdırıyor üzerimize. Şu sıralar yaşadığım beldede bir arkadaşım, yakın bir geçmişte, internet bağımlısı olan karısını boşadı, evinde tek başına yaşam sürüyor. Üniversitede okuyan kızları var bu ailenin, düşünün. Arap baharlarından tutun da Güney ve Orta Amerika bunalımlarına, Uzak Doğu’daki çalkantılara, Kosova’ya, Ukrayna’ya, ABD’ye dikkatlice bakarsanız, hepsinde internetin nasıl kara kedi rolü oynadığını çok iyi anlayabilirsiniz. Bizde de Gezi Olayları, aynı iblisin fettanlığıyla makul boyutlarını aşmamış mıydı?
Evet, denize düşenin yılana sarılması, köşeye sıkıştırdığınız kedinin üzerinize sıçraması; başka bir tutunacak dal bulamayan mazlum ve mağdurların, kendilerine zulmeden, kendilerini mağdur eden çevrelere karşı çareyi internete sarılmakta bulmaları, elbette mâzur görülmelidir. Ancak interneti, yalnızca masum iletişimin ve iletişim özgürlüğünün bir aracı, bir simgesi olarak görmeyiniz lütfen. Değerlerimizi çökertmesi ve ar damarlarımızı çatlatmasının yanı sıra kesinlikle bir silah olarak kullanılıyor. Gündemi işgal eden gelişmelerle ilgili olarak da daha farklı şeyler söylenemez. İnternet, yalnızca haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor. Böyle olsa âmennâ. Kamuoyu oluşturma girişimlerinde bulunuluyor ama bunun sağlanabilmesi için abartı, yalan ve iftira bombardımanları yapılıyor. Eskiden bir halt ettik mi, bu, yakın çevremizden, sokaktan veya mahalleden dışarıya taşamazdı. Kol kırılır, yen içinde kalırdı. Oysa bu bombardımanlar, sınır, hudut tanımıyor. Klavyelerin başına geçenler ise yaptıklarının nasıl vahim sonuçlar doğuracağından ve nasıl bir suç işlediklerinden habersiz türlü yazılar yazıyor, türlü paylaşımlarda bulunuyorlar. Bu, hem çok kolay ve hem de nefsin hoşuna giden (Zaten gıybet, tenkit, itham, iftira öylesine lezzetli gelir ki nefsimize…) eğlenceli bir iş olarak yapılıyor. Nasıl olsa muhatap veyahut düşman karşımızda da değil, suratımıza bir yumruk atan yok. Aynen bombardıman uçaklarının pilotları gibi; bilmem kaç bin metre yüksekten yolluyorlar bombayı ve bir de başardım çığlığı atıyorlar. Kendisi bombanın patladığı yerde olsa ve oradaki insanların, hayvanların, bitkilerin, doğal yapının, uygarlığın nasıl helâk olduklarını; attığı bombayla nasıl bir vahşete alet olduğunu görse… ya da aynı bomba kendi ailesinin yaşadığı yerleşim merkezine atılmış olsa… İnternette yazanlar, paylaşım yapanlar da aynen böyle, savaş uçağı pilotu gibiler. Ama kimlere haksızlık ediliyor, kimlerin hayatı karartılıyor, toplum nasıl bir girdabın içine sürükleniyor, buna hiç aldıran yok maalesef. İnsanlar işi gücü bıraktı internet silahşörlüğüne soyundular. Ev hanımları bile birer internet savaşçısı olmuş. Kardeş kardeşe vurup duruyor. Fitne zamanı (inşallah) geçince birbirlerinin yüzlerine nasıl bakacaklar acaba?
Evet, internetle yapılan kavganın bir başka kötülüğü de barışma imkânını ortadan kaldırıyor olmasıdır. Başka türlü kavgalarda, zaman, ateşi küllendirir ve barışma şansı olur. Ama internet denilen bu zıkkımda söylenen her söz, yapılan her haksızlık, bir bakıma sonsuza kadar silinemiyor, göz önünde bulunuyor. Barışılabilir mi barışılsa da yaralar kapanabilir mi?
Burada ben, âlimlere seslenmek istiyorum: Hiç değilse Müslüman olduğunu söyleyenleri uyarınız. Kul hakkı ile Cennet’e girilmesi mümkün değildir. Gıybet ise en önemli bir kul hakkıdır. Gıybet eden kimse o kimseden helâllik almadıkça Cennet’e giremez. Zaten paylaşımlarınız doğruysa, gıybet edip durmuş oluyorsunuz. Paylaşımlarınız yalan ise iftira etmiş olursunuz ki bu artık çok çok büyük günahtır ve ne etiğe sığar ne insanlığa sığar. Öte yandan, tarafların vesile oldukları, sergiledikleri nice güzelliklerin hiç mi hatırı yok? Sayılamayacak kadar çok o güzelliklerin üzerine, yaşanılan sancılı süreçten dolayı sünger çekmek, hakkaniyetli bir tavır sayılabilir mi?
Âlimlerden söz etmişken aklıma “âkil adamlar” da geliyor. Âkil, âlim, fâzıl, insaflı, iz’anlı ve âdil (Âdil olmak için önce tarafsız olmak gerekir diye düşünüyorum.) adamlar. Yani “emin” adamlar. Efendiler efendisi, eminler emini Muhammed’ül-Emin’e benzemeye, O’nun ilkeleriyle hareket etmeye çalışan, o yolda hassasiyet gösterebilen adamlar. Hakk için hem nalına hem mıhına vuran adamlar. Ben böyle adamların var olduklarını, aranırlarsa bulunabileceklerini biliyorum. Böyle adamlardan bir heyet oluşturulamaz mı? Âkil ve Fâzıl adamlar heyeti. Buna çok ihtiyaç var.
Kavga eden iki kişiyi görenler, kimin haklı kimin haksız olduğuna bakmaksızın öncelikle onların ayrılmaları, kavgayı bırakmaları için çaba sarf ederler, etmelidirler. Kimin haklı kimin haksız veya kimin ne kadar haklı kimin ne kadar haksız olduğu, daha sonra gündeme gelir. Kavga eden bazı şahıslar, ayırmaya çalıştığınızda, ayrılmadıkları gibi size de küfür etmeye veya vurmaya kalkarlar. Ama bazı kavgacılar, kendilerini ayırma teşebbüsü olunca çok da direnç göstermeden ayrılırlar. Kavgaya en azından ara vermeyi kabullenirler. Yıllardır cereyan etmekte olan kavgalardan bütün toplum maddî, manevî zararlar görmektedir fakat buna rağmen kavgayı ayırmaya çalışan yok. Ne şahıslar ne kurumlar ne kuruluşlar… Birileri, ölçüsüzce kavga ediyorlar, diğerleri ise hiçbir iyi niyet çabası göstermiyorlar. Dikkat çekici değil mi? Bana göre bazı odaklar ise, bunların içinde elbette çok uluslu güç odakları da var, aksine, kavganın daha da alevlenmesi için gizli menfur çabalar sarf ediyorlar.
İşte tam da bu noktada âkil ve fâzıl adamlar heyeti devreye girse… Önce âcilen “ateşkes” sağlasınlar. Sonra da sorunların çözülmesine, sulh çizgisinin yakalanmasına yardımcı olsunlar. Bizler de boynumuzu bükelim, önce kendi cürümlerimiz için istiğfar edelim. Sonra da yürekten dualar edelim.
Bana ne oluyor, niçin kendi kendime böyle işgüzarlık yapıyorum? İki nedenim var:
Birincisi; ben de bu toplumun bir parçası, bu vatanın bir evlâdıyım. Küçücük bir emekli maaşıyla sürdürmeye çalıştığım bir yaşamım var. Benim de çoluğum çocuğum ve onların gelecekleriyle ilgili beklentilerim var. Birileri, hem de gereksiz yere kavga edecekler diye maddî manevî menfîlikler yaşamak istemiyorum.
İkincisi; ben Müslümanların tarafındayım, ayırım yapmadan hepsi için, ülkemin bütün insanları için hayırlar ve esenlikler diliyorum. Vesselâm.