Şiir şiiri çağırır, dostlar dostunu, kitaplar da kitapları. Yazarların da dostlarıyla birlikte oldukları demlerdeki sohbetlerinde, söyleşilerinde yazı konuları zihin dünyalarına, kalplerine ilham olunur.
Benim Kitabevlerim başlığıyla yazmaya başladığım yazılar da benim için öyle oldu. Dr. Hüsamettin Olgun, Ertuğrul Erkişi’nin bestelediği bir şarkı sözünde “Dostun dosta muhabbeti derindir.” der. Can dostum Hüdayi Bey ile birlikte, lise yıllarımda kaldığım Denizli Vakıflar Erkek Öğrenci Yurdu’na yakın olduğu için zaman zaman içerisinde namaz kılıp dua ettiğim Hacı Hasan Feyzi Efendi Camii’nin müştemilatında medfun, ilim ve gönül insanı Hacı Hasan Feyzi Efendi’nin Kuşpınar’daki ve halifesi Hüseyin Hulusi Efendi’nin (Üzüm Dedesi) Akkonak Mahallesi’ndeki türbelerini birlikte ziyaret ederek onların gönüllerine adreslerimizi bıraktık.
Yol nasıl olursa olsun, yolcular arasında kalbi bir ünsiyet (yakınlık, ahbaplık) varsa o yol fiziken uzun ve zorlu da olsa kısa ve dinlendiricidir. Bu, arkadaşım Abdurrahman Er’in her karşılaşmamızda söylediği o şiirinde dediği gibidir bütün mesele: “Seninle yürünen yollar kısadır.”
Can Hoca ile birlikte mesafeleri kat ettiğimiz esnada konuşulanlardan hareketle Denizli’deki eskiden var olan kitabevlerini andık. Elbette, 17 Kasım 2003 günü vefat eden, merhum Salih Zeki abimizi de!..
***
Geçen haftaki yazımı, Kültür Sarayı kitabevinin sahiplerinden Salih Zeki abimize üniversite tercih listemi gösterdiğimi, o zaman tercihlerin sınavlardan önce sınav esnasında verildiğini ve o yazıyı uzatmama adına bu konuya gelecek hafta devam edeceğimi belirterek tamamlamıştım.
Üniversite sınavlarına 1985 Haziran’ında girdim. O dönemde ilki ÖSS (seçme), ikincisi ÖYS (yerleştirme) esaslı sınavlardı. İlk sınavın ikinci sınavda alınacak puanlara belli oranda etkisi söz konusu idi. Sınav öncesinde yapmış olduğum tercih listemi gösterdiğimde bu listeme göre kazanmamın zor olduğunu, listeyi yeniden hazırlamam gerektiğini Salih Zeki abi bana söyledi. Ben de tercih kılavuzunu tekrar gözden geçirdim, bir iki daha düşük bölümlerle birlikte 6. ya da 7. sıraya Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü yazdım. Bölümün puanının biraz düşük oluşunun şehirle alakalı olduğunu öğrenecektim. Sınava girdim, sonuçlar ağustos ayında açıklandı. Sınavımın sonucunu, kazandığım haberini, o gün otlatmaya götürdüğüm sürülerle akşam eve dönüşüm sırasında öğrendim.
Kitaplar ne sadece kitabevlerinde ne de sadece kütüphanelerde. Kitap alacak kadar parası olmayanlar için kütüphaneler biçilmiş kaftandır. Ben o kaftanı giyenlerden olarak kitapları kütüphanelerden temin etme yoluna gidiyordum. Denizli İHL Kütüphanesi o günlere göre ihtiyacımızı az da olsa karşılayacak nitelikteydi. Kütüphanede görevli olarak -hayatta ise Allah selamet versin, vefat etti ise Allah rahmet eylesin- Şehri Şanlıalp ablamız vardı. Görevini aşk derecesinde yapan güzel insanlardandı. Kitap olsun, dergi olsun, kütüphanenin imkânları ölçüsünde okuma isteğimizi geri çevirmezdi. Sadece kitap alışverişinde bulunmazdık; zaman zaman hayata dair yol gösterici nasihatler de ederdi.
Bir keresinde kütüphanede, Allah’ın varlığını ve kâinatı bilimsel gerçekler ışığında anlatmayı yayın politikası olarak benimsemiş bilimsel bir dergiyi okurken meslek dersleri öğretmenlerimizden biri biraz da derginin bu yayıncılık anlayışını eleştirmeye yönelik olarak -bana göre çok saçma bir düşünceydi söylediği- şöyle dedi: “Demek ki adamların bin türlü şüphesi var ki bin türlü ispat etme gereği duyuyorlar!” Bu sözü, Şehri abla da duydu. Tabii o söz zahiren dergiye söylenmiş olsa da aslında bana söylenmişti. Bunu, Şehri abla da böyle anladığı için bu tavrı bir eğitimciye hiç yakıştıramamış, mealen “Okuma hevesinden dolayı öğrenciyi tebrik edeceğine, dergiyle öğrenci arasına mesafenin girmesine sebep oluyor.” demişti.
Kitaplarla yakın dostluğumuz lise ikinci sınıfta -o zaman 5. sınıf deniyordu.- iken Kütüphanecilik Kolu’na yazılmıştım. Kol rehber öğretmenimiz, okulumuzun Türkçe öğretmenlerinden Hasan Güner Hocamızdı. Kol genel kurulunda seçim yapıldı, kol başkanlığına ben seçildim. Normalde derslerimize girmediği için sadece kol saatlerinde beraber oluyordum Hasan Güner Hocamızla. O sene Hasan Hocamızı çok sevdim, hem aynı ilçedendik (Acıpayam) hem de kitaba, kültüre önem veren yönü vardı. Ayrıca çok halim selim hâli, sakin tavrı ve insana huzur veren ses tonu, tavır ve davranışlarındaki samimiyeti ile muhatabını etkileyen hâli söz konusuydu. Daha sonraki yıllarda da irtibatı hiç kesmedim, imkânlar ölçüsünde ziyaret edip hâl ve hatırını sordum. Hâlâ da sormaya devam ederim. Allah razı olsun.
Vakıflar Erkek Öğrenci Yurdu, Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı yurtlardı. Kırsal kesimdeki imkânları az veya hiç yok Anadolu evlatlarının okuması için büyük bir imkândı. Köylünün hep köylü kalması gerekir, onların okumak neyine anlayışında olanlarca kapatılan yurtlar… Daha sonra taşımalı sistemle herkesin lise mezunu olması zorunluluğu getirilmiş olsa da yok, yok… “O eski hâlinden eser yok şimdi!..”
Lise yıllarımda o yurtlarda kaldım. Hatta bir iki yıl yurt kütüphanesinden, kitaplığından sorumlu öğrenci oldum. Kitapların birçoğunu kapladım, kütüphaneye yeni kitaplar, o dönem hepimizin başvuru kaynağı ansiklopediler aldım. Orada kitaplarla beraber olmak benim apayrı bir zenginlik ve hazdı.
Üniversite hayatım ayrı bir güzellikti; çünkü bile isteye yaptığım tercihler arasından en güzel olan bölümü kazanmıştım. Kitaplarla bir ömür her daim beraber olacaktım. O dönemlerde gerek Millî Eğitim Bakanlığının gerekse Kültür Bakanlığının yayınevlerinin kitap satış temsilcilikleri (büro) vardı. Devlet kitapları olduğu için çok pahalı da değildi. O günlerde aldığım kitaplar hâlâ kütüphanemin raflarında arzı endam etmektedir.
Erzurum deyince Kitap Sarayı’nı, Ülke kitabevini anmadan geçmek olur mu? Olmaz tabii. Kitap Sarayı üniversite kitapları ve diğer kültür kitapları açısından oldukça zengindi. Sahibi Vehip Atalay ile şahsi bir tanışıklığımız olmadı. Ülke kitabevi de öyleydi. Ülke kitabevi ile Dergâh yayınları arasında bir ilişki var mıydı bilmem ama Hareket dergisinin pek çok sayısını orada bulmak mümkündü; bu derginin üç cildini oradan satın almıştım. İyi ki almışım.
Erzurum’da zaman zaman uğradığım, Ali Ravi Caddesi üzerinde, bir kitabevi vardı; sahibi milliyetçi düşünceye sahipti. Bir defasında şöyle demişti: “Bundan sonra devletin çizgisi Türk-İslam Sentezi doğrultusunda olacak.” Bu, 12 Eylül Darbesi’yle sivil iktidarı deviren Kenan “Paşa”nın cumhurbaşkanlığında ve merhum Turgut Özal’ın başbakanlığında MGK’de alınan bir karardı.
Erzurum’da kitaplarla haşır neşir olduğum iki kütüphane daha var. Biri, fakülte binamızdaki Seyfettin Özege Kütüphanesi diğeri de üniversitemizin genel kütüphanesi idi. Bir ara orada Türk Dil Kurumu yayınları da satılıyordu, kitaplığımın bir rafını dolduracak kadar kitabı da oradan almıştım. Tabii fakültemizin yayınlarının – ki o zaman teksir makinesi ile çoğaltılan kitaplardı bunlar- satıldığı büroların da hatırı kalmasın, oralardan da istifade ettik. Hocalarımızın henüz matbaada basılmamış ders notlarını oradan temin ederdik.
Kitap ve kütüphaneyle ilgili bir anekdot Umberto Eco’dan: “Yazar ve bilim insanı Umberto Eco, bir defasında kendisini ziyarete gelen misafirlerin çoğunun geniş kütüphanesini (30 bin kitap barındırıyor) görünce kendilerini tutamayarak, “Ne çok kitap var. Bunların hepsini okudunuz mu?” diye sorduklarından şikâyetçi olur. Soru, Eco’nun tabandan tavana kadar dolu kitaplığının aslında bir gösteriş için olduğunu ima eder. Eco’nun misafirlere verdiği cevap ise ilginçtir: “Hayır, bunlar ay sonuna kadar okumam gereken kitaplar. Diğerlerinin ise ofiste tutarım.” (Javanshir_Gadimov)
Yunus Emre’nin “İlim kendin bilmektir.” dediği gibi bütün kitapları okusan kendi kitabını, kendini okumadıktan sonra bu neye yarar ki!.. Bütün kitapları okumaktan maksat kişinin kendi kitabını anlaması gerektiği gibi okuyup anlamasıdır. Sonraki yazımızda buluşmak üzere!..