{NUTİZM VE NUTİSTLER-16}
EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!) Açıklamıştım; bu serideki ilk yazılarımda NUTİZM (feminizm) ile alâkalı çalışmalar yapıyorum ve kadınıyla, erkeğiyle toplumumuzun başındaki bu belânın yanlışlarını ve zararlarını nazara vermeğe çalışıyorum. Çünkü insanların, (hayvan gibi değil) insanca yaşamaları gerektiğine inanmaktayım. Bu çerçeveden olduğu düşüncesiyle, Mevdûdî’nin Hicab isimli eserinden konuyla ilgili alıntılar arz etmiştim.
İnsanca yaşam’dan söz edebilmek için bana göre ön şart; insan’ın yaratılışını ve Yaratıcısı’nı göz önünde bulundurmaktır. Bir eser hakkında en sağlıklı manifesto, en güvenilir kullanma kılavuzu, elbette o eseri meydana getiren ustanın elinden alınır. Ustayı tanımadan eser hakkında hükümler vermek, yorumlar yapmak, kör-topal ahkâm kesmekten öteye gidemez ve sağlıklı, olumlu sonuçlar veremez. Bu bakış açısıyla, gördüklerimi, gözlemlediklerimi, duyduklarımı, okuyup öğrendiklerimi paylaşıyorum sizlerle. Sorular soruyor, teklifler atıyorum ortaya. Yararlandığım kaynaklardan iktibaslar (alıntılar) aktarıyorum. Amacım, insanca yaşam’ın doğru tanımlanmasına, ölçü, ilke ve amaçlarının doğru bir biçimde belirlenmesine katkı sağlamaktır. Doğrudan veya dolaylı olarak, insanca yaşamın peşinde koşan düşünürlerden, yazarlardan yararlanmaya çalışıyorum. Bu yazımda yine Mevdûdî’nin Hicâb isimli eserinden alıntıları paylaşacağım. Buyrunuz:
{{18. Asır Avrupa toplumu, karşısında filozof ve yazarları buldu. Bunlar ferdin hak ve hukukunu müdafaa ediyorlardı. Seslerini duyurma imkânını bulur bulmaz ferdî hürriyetin lüzumundan bahsetmeğe başladılar. Ancak kilisenin temsil ettiği bozuk düzeni, çürümüş ahlâk nizamını, gayri insanî hayat felsefesini ve ağalık sistemini (feodal system) her şeye rağmen muhafaza etmek isteyenler el ele vererek birleşti. Birleşti ama artık onların gayretleri boşunaydı. Çünkü fıtrat kanunlarını bilmiyorlardı. Ruhun esrarından haberleri yoktu. Bu sebeple fıtratın zaruretlerini ve ruhî değerleri gayri tabiî ve anormal zincirlerle bağlamak istiyorlardı. Böyle hareket etmekle de ileri hareketlere mâni olacaklarını zannediyorlardı. Üstelik halka, bu türlü bir imkânı vermek niyetinde de değillerdi.
Bu evsafta bir nizamı, böyle bir rejimi ve sistemi yıkarak onun yerine yenisini koymak elbette kolay bir iş değildi. Yeni bir nizam isteyenlerin ileri sürdüğü yeni nazariyeler neticesinde, bildiğimiz meşhur Fransız İnkılâbı doğdu. Bundan sonra bütün batılı milletlerin (Amerika dahil) medenî ve içtimaî (sosyal) hayatında ilerleme devri başlamış oldu. Birçok merhaleler katetmek suretiyle bugünkü seviyesine ulaştı.
Modern çağın başlangıcında kadın cinsini, içinde bulunduğu acıklı durumdan ve zillet hayatından kurtarmak hususunda birtakım teşebbüsler yapılmıştı. Böylece kadın, az da olsa haysiyet ve şerefini yükseltici hamlelere şahid oldu. Sosyal hayatta kendisine refah imkânları sağlandı. Kâfi olmamakla beraber bunlar, elbette ki iyi şeylerdi. Evlenme ve boşanma konusundaki sert ve haşin kanunlar biraz olsun gevşetilmişti. Neticede kadın, tamamen elinden kaçırmış bulunduğu iktisadî haklara, bu defa daha geniş mikyasta, yeniden kavuşmuş oldu. Bu haklar kendisine iade edildi. Kadını, alçak ve aşağılık bir mahlûk şeklinde gören ahlâkî nazariyeler, yavaş yavaş ortadan kalktı. Sosyal hayata hâkim olan düşünceler zamanla çok değişti. Eskiden kadını, bir nevi hizmetçi ve cariye telâkki eden zihniyetin yerini bu defa daha başka fikirler aldı. Erkekler gibi, kadınlara da yüksek tahsil imkânı verildi. Her hususta bilgi sahibi olmaları için yeni yeni imkânlar sağlandı. Üstelik, umumî refah seviyesinin yükselişi de lehlerine kaydedilecek bir husustu. Zira gelecek nesillerin mükemmel bir şekilde yetiştirilmesi ve onlara iyi bir terbiye sisteminin tatbiki için de maddî vasıtaların bolluğuna ihtiyaç vardı. İşte, uyanış devrinin başlangıç dönemine mahsus tatlı gerçekler ve kadınların yüzüne gülen gelişme hamleleri...
Fakat meydana çıkan bu nazariye ve fikirlerin arkasında yeni yeni ihtimallerin belirmesi için uzun uzun beklemeğe lüzum kalmadı. Ne yazık ki bütün olumlu tedbirler (ifrat iblisinin güdümüyle daha tehlikeli bir bataklığa doğru dümen tuttu ve) zamanla hatalı muaşeret kaidelerine bağlanmaktan onları kurtaramadı. Yanlış ve cahilâne ahlâkî (doğru pencereden bakılınca ‘ahlâksızlık’ denilmesi gereken) fikirlerin arkasına takıldılar. Yavaş yavaş ifrat istikametinde gelişmeler başlamıştı. İfrat hareketleri ondokuzuncu asırda biraz daha ilerledi. Bu gelişme ritmiyle mütenasip olarak Avrupa milletlerinin yeni içtimaî hayatlarında vuku bulan sapıklıklar, zincirleme halde birbirini takip etti. Muvazene ve itidalden mahrum bu gidiş, son haddini buldu ve rezalet süreci başlamış oldu.}}
{{Kaşarlanmış burujuvalar, diğer sınıfları sömürmeğe, istismara devam ediyor, onların baş kaldırmalarına izin ve fırsat vermiyorlardı. Onlara, onların kurdukları düzene karşı girişilen her reform ve yenilik hareketi, iktidarı elinde bulunduran kudretli ve kuvvetli sınıfın istibdat ve tahakkümü altında eriyip gidiyordu. Ama hoşnutsuzluk ve arayış büyüdü, sosyal hayatın her şubesine, en ücra köşelere kadar yayıldı. Öyle ki mevcut nizama muhalefet etmek ve ona karşı gelmek moda hâlini aldı... bu defa, cemiyete karşı ferdî hakların müdafaası bahis mevzuu olunca, tam bir serbestlik, sınırsız ve mutlak bir hürriyet istenmeğe başlandı. İbahecilik (her şeyi mübah telakki etmek) aldı yürüdü. Hürriyet, muhtariyet fikirleri, ‘başıbozukluk’ kimliğine büründü.
Hürriyet fikrinin bu şekilde, mübalâğalı bir çerçeve içinde takdim edilmesi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, eski sosyal nizamın zâlimâne baskısından ve insanlara revâ gördüğü kötü muamelelerden ileri gelmiştir. Fakat hemen söyleyelim ki, böyle bir hürriyet anlayışında, eskisine nazaran daha büyük ve daha tehlikeli dejenerasyon ihtimali gizlenmişti. Halk, sonuçlarını düşünmeden başıboş hürriyet fikrine tapınmaya başlamıştı. Bunlar, evet, aslında eski idare sisteminden, eski rejimlerin baskısından kurtulmak üzere bu yola girmişlerdi ve başıboş hürriyet fikrini silah olarak kullanma yolunu tutmuşlardı ama bu defa da bütün insanî kıymetlerden uzaklaşılmış, sanki hayvanca bir yaşam peşine düşülmüş idi. Bu eğilim, kökleşti, cemiyetin her tarafına yayıldı.
Meşhur Fransız İhtilâli, bahsettiğimiz “mes’uliyetsiz hürriyet” anlayışının neticesinde meydana geldi. Bu inkılâp, temeli çok eskiye dayanan birçok ahlâkî sistemi, medenî, dinî nizam ve metodları, disiplin ve intizamı, kanun ve kaideleri bir anda yıkıp dağıttı. Devrimci zihniyet, bu gelişmeleri, milletçe ilerlemenin zarurî neticesi olarak ilân etti. Devrimci kafalar şöyle diyorlardı:
“-Namus ne demektir? İsmet (günahsızlık, haramdan ve günahtan çekinme) nedir? Genç bir insanın takva sahibi olması (günahlardan kaçınması) ve ahlâk kaidelerine riayet etmesi şeklinde tecelli eden belâ, daha ne zamana kadar devam edecektir?” “-Meselâ aralarında herhangi bir meşru akid bahis mevzuu olmaksızın, yani nikâhsız iki insanın gönül rızasıyla düşüp kalkmasından, geçinip gitmesinden ne çıkar? Bu muamele niçin edepsizlik sayılsın? Neden bir insan, nikâhlı olduğu halde başkasıyla gönlünü eğlendiremesin, flört yapamasın?”
19. asrın başında yazar George Sand, romantik mektebin liderliğini yapıyordu. Bu Fransız karısı, bahsi geçen bütün ahlâkî sistemleri bizzat kırıp parçalamış, koparıp atmıştı. Kendisi bir adamın (kocasının) resmî, kanunî karısıydı. Ama evlilik kalesinin dışına çıkmış, serbestçe alenen, arzu ettiği her erkekle yatmıştır. Nihayet kocasından ayrılmış, tamamiyle serbest kalmıştır. Hergün yeni bir sevgili, yeni bir flört... Bunların hiçbiriyle iki seneden fazla bir arada kalmadı. Fransız şâiri Alfred de Musse de George Sand’ın âşıklarından birisidir. Sevgilisinin vefasızlığı ve ahlâksızlığı sebebiyle çekmediği acı kalmamıştır. Bu sebeple öleceği zaman; “-George Sand cenazeme gelmesin.” diye vasiyette bulunmuştur.
G. Sand, meşhur romanlarından birisi olan LELIA’da, “Lelia’dan İstino’ya Mektup” başlığı altında şöyle yazar:
‘Dünyayı tanıdığım kadarıyla diyebilirim ki bizim gençlerimizin aşk ve sevgi meseleleriyle ilgili fikir ve düşünceleri tamamiyle yanlış ve hatalıdır. Onlara sorarsanız: [Bu gibi duygular tekelcidir. Bir kişiye mahsustur. Kalbi, aşkın büyüsüyle işgal edilen, sarılan bir kimsenin, onunla bağları devam etmekteyken başka bir şahsa karşı alâka duyması mümkün değildir.] derler. Her zaman için gönlünde onun sevgisini besler, ona karşı her türlü fedakârlıklara katlanırlar. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Karı-koca yahut sevgililerden birisi, daima diğer tarafa serbest hareket etme hakkını tanımalıdır. Ve karşılıklı anlaşmak suretiyle bu şekildeki bir hayatı devam ettirmelidirler. Benlik duygusu, tekelcilik gibi egoizm tezahürleri gönüllerden çıkarılıp atılmalıdır. Çünkü kimse kimsenin malı değildir. Böyle olunca artık kıskançlık ve buna benzer kötülüklerden eser kalmaz.’
G. Sand, başka bir romanında (JACQUES), roman kahramanı kadını tasvir ederken kocasından da bahseder ve karakterini çizer. Ona göre ideal koca örneği şudur: Bahsettiğimiz romanın kahramanı Jacques, öz karısını, getirir kendi eliyle bir herifin koynuna sokar. Bu hâl, kadının çok hoşuna gider. Geniş mezhepli koca, bu davranışından utanç ve üzüntü duymaz. Şu sözlerle durumu açıklar: ‘Bu çiçek, biraz da benden başkalarına güzel kokusunu duyursun. Esasen ona mâni olmaya hakkım da yoktur zaten. Özgürdür. Özgürce davranmalıdır.’ Bu hezeyanlar 1830’lu senelerde neşredilmiştir.
30-35 sene sonra, yani 19. Asrın ikinci yarısında, Aleksandre Dumas ve Alfred Naquet gibi muhteremler(!) de özet olarak şunları geveliyorlardı: “-Hürriyet ve serbestlik, hayattan zevk alarak yaşamak, insanın yaratılışından gelen en tabiî hakkıdır. Bunu, ahlâkî prensiplerle, konuyla ilgili kaide ve metodlarla, medenî bağ ve icaplarla, kayıt ve şartlarla kösteklemek, cemiyete yapılabilecek en büyük zulümdür.” “Gençler, ister kadın ister erkek, ne yaparsa yapsın, nasıl isterse öyle davransın; bu hareketlerinden dolayı hiçbir zaman vicdan azabı çekmemeli, kâlp huzuruyla, rahatlıkla bildikleri gibi faaliyet göstermeli, ne arzu ediyorlarsa onu yapmalıdır. Cemiyet de genç erkek ve kadınların bu gibi taşkınlıklarından üzüntü duymak ne kelime, onları teşvik etmelidir.” Pierre Louis; “-Ahlâk prensipleri, hakikatte insanın zihnî ve dimağî kuvvetlerinin gelişmesine mâni olmaktadır. Bu bağlardan kurtulmadıkça, vücudu için lüzumlu olan cismanî lezzetlerden tam manasıyla ve serbest bir şekilde yararlanmadıkça; insanın, aklî, ilmî, maddî ve ruhî sahalarda ilerlemesine, yükselmesine imkân ve ihtimal yoktur.” }} ((HİCAB. Ebu’l-A’lâ Mevdûdî. Orduca’dan tercüme: PROF. Ali Gencelli. Hilâl Yayınları. 2. Baskı))
Daha neler neler... Buyrun burdan yakın! İşte “BATI MEDENİYETİ! BATI MEDENİYETİ!” diye allayıp pullayıp bir tarafına girmeğe çalıştığımız Batı Medeniyeti’nin gelişim sürecinden bir küçük kesit. AMA LÜTFEN DİKKAT EDİNİZ: Mevdûdî bu eserini te’lif ettiği yıllarda ulaşım ve iletişim bugünkü gibi değildi! Her fikir ve her uygulama, günümüzdeki gibi herkese zırt diye ulaşamıyordu. Kötülüğün uygulanması, ayrıntıları, gözler önüne serilemiyordu. Televizyon icad edilmemişti. Bilgisayar yoktu. İnternet yoktu. Cep telefonları yoktu. Uydu cihazları yoktu. Bırakın uçmayı, her yere kara yoluyla bile gidilmesi çok külfetliydi. Düşününüz; müellif bu eseri ya bugün yazmağa kalksaydı neler yazardı??? ÇOK CİDDÎ DERSLER ALMALIYIZ. Şayet insansak ve insanca yaşamın peşindeysek. Vesselâm.
YARATICI’NIN İNSANA UYGUN VE LÂYIK GÖRDÜĞÜNDEN BAŞKA MEDENİYETLER PEŞİNDE KOŞUP İNSANLIĞIMIZI KAYBETMEYE hayır.
R. Serdar ÖZMİLLİ