İnsan; aklı, zekâsı, türlü türlü melekeleri, hassalarıyla bir bütündür. Ama bu bütünü oluşturan parçaların büyüklüğü, küçüklüğü o bütünün içerisinde kişiden kişiye değişir. Kimisinde akıl, mantık daha ağır basarken kimisinde duyguları, insaniyeti, yardımseverliği, samimiyeti daha öne çıkar. Şairler denebilir ki insanlar içinde en duygulu kişilerdir.
Aramızdan ayrılışının 82. yılında, İstiklâl Marşı’mızın şairi Üstat Mehmet Akif Ersoy’u anlamak adına onun hisleri, ıstırapları, hassasiyetleri üzerinde biraz düşünelim istedim.
Bir şairi, yazarı en iyi kendi eserleri anlatır. Bu sebeple biz de en önemli eseri olan ve Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1924), Gölgeler (1933) gibi bölümleriyle 7 kitaptan meydana gelen Safahat’tan bazı alıntılarla yazımızı zenginleştireceğiz.
Safahat’ın “Bana sor sevgili kâri” diye başlayanilk şiirindeeserini, şiirlerini âdeta tanımlamış, şiir diliyle etraflıca anlatmıştır. Bu kısa şiirinde sözü uzatmadan, şiirlerinin asıl hünerinin ancak samimi, içli ve duygularla yüklü olduğunu, duygulu bir yürek istersen o zaman oku diyerek okuyucuya, bize bu durumu anlatır:
Bana sor sevgili kâri; sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş'ârım;
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım.
Şi'r için "gözyaşı" derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Sezai Karakoç, hayatını, şiirlerini edebî bir üslupla değerlendirerek ortaya koyduğu Mehmet Akif adlı biyografi çalışmasında Üstat Akif’in şiiri üzerine şunları söyler: “Akif, “Şiirle düşünme" yi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat'a. Millet, Akifte, şiir ölçüleri içinde, düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmış âdeta. Şiir, cemiyetle sonuna kadar içli dışlı olmuştur.” Evet, onun şiirlerinde düşünce vardır; ama bir o kadar da duygu söz konusudur. “Ağlarım, ağlatamam, hissederim söyleyemem/Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” dizeleri de bunu anlatmaktadır zaten.
Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı’nın içinde bulunduğu yürekleri sızlatan bu durum, Balkanlardaki toprak kayıpları Akif’in gönlünde hep “hüsran” yaşatmıştır. Hakkın Sesleri ve Hatıralar kitaplarında bu hüsranı, hüznü bizler de hep yaşarız:
“Geçenler varsa İslâm'ın şu çiğnenmiş diyârından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.
Bu mâtem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından
Hurûş etmekte, son ümmidinin son inkisârından?
...
İlahî, kimsesizlikten bunaldım, âşina yok mu?
Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir "Yok!" der sadâ yok mu?”
Şiirin devamında da bu ağır yükün, kimsesizliğin verdiği, altından kalkılamaz ıstırabı bir yolcu ile paylaşmak ister:
“Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:”
Üstat Akif, vatanı ve milleti için ne lazım geliyorsa onu yapmaya odaklamış bir gönül insanıdır. Yapılması gerekenler olduğu hâlde bir şey yapamamanın ıstırabını yüreğinde derinden hisseder, âdeta yüreği parçalanır. Bu durum, “Hüsran” şiirine şöyle yansır:
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslam'ı uyandırmak için haykıracaktım.”
Dedikten sonra çevresinin, insanların bunu anlamaktan çok uzak olduğunu, derin bir gaflet uykusuna daldığını, onları uyandırmanın çok zor olduğunu, çağlayıp coşacakken gözlerden inen “gizli bir yaş” gibi aktığını şiirin devamında acıyla şöyle haykırır:
“Haykır! 'Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, naş'ını, tuttum,
Bin parça edip şi'rime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler "Safahat" ımdaki hüsrân bile sessiz!”
Çaresizlik ve yalnızlık, insanı zorlayan iki durumun ifadesi. Kalabalıklar içinde yalnız olmak, gurbet içinde gurbet yaşatır insana. Zaman zaman insan, bu tür inkisarları yaşar hayatında. Üstat Akif de böyle, her türlü dert ve sıkıntıdan bunalma noktasına gelmiş bir ruhun sesini Asım’da resmeder:
“Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yâr;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr.
Bunalan rûhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var ki harâb olmadığım gün bilmem;
Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem.”
diyerek ruhunun ıstıraplarıyla iki büklüm yaşadığını bunun sebepleriyle birlikte anlatır.
Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını;
Sarar âfâkımı binlerle sıcak kül yığını.
Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar;
Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.
Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler,
Sâde yalçın kayalar, sâde ıpıssız çöller.
Yurdu baştan başa vîrâneye dönmüş Türk'ün;
Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık
Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık.
Daha sonra bakışını geçmişe çevirir ve geçmişteki güzellikler bir bir gözünün önünde geçit resmindedir. Osmanlının ilk asırlarındaki şahsiyetlerinin yokluğu kalbinde bir yara olarak kanamaktadır:
Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selîm?
Ah, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!
Geçmişteki gençlerin şimdilerde bulunmadığından hareketle geçmişi yâd etmiş olmaktan başka bir gerçek olmadığını, geçmişin, o sayılan güzelliklerin bugüniçin yalan olduğunu ama onlarının yokluğunun ıstırabının acısının “onulmaz yaralı yüreklerde” bir gerçek olduğunu söyler:
Hani ay parçası kızlar ki, koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahâdır vardı?
Bugün artık biri yok. .. Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
Üstat Akif, savunduğu değerlerin bir bir elden gitmesini, bunlardan kaynaklanan hicran dolu duygularını “Umar Mıydın”adlı şiirinde dile getirir:
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türâb olmuş!
Üstat Akif, kahraman ordumuza hediye ettiği İstiklal Marşı şiiri ise başlı başına bir ıstırabın ümit şahlanışından başka bir şey değildir. O hisli bir yüreğe sahip olmasaydı zaten böyle bir şiiri, marşı da kaleme alması asla söz konusu olamazdı. O, İstiklal Marşı’mızda düşmana karşı boyun eğmezliği, yiğitliği, coşkunluğu, vefayı, değerlerimize saygıyı ve onları sahiplenmeyi, en önemlisi de özgürlüğü ve bağımsızlığı haykırmıştır:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Üstat Mehmet Akif Ersoy, vatanına, milletine, millî ve dinî değerlerimize bağlı, onları her zaman yaşatmaya çalışan bir ruh ve eylem insanıdır. Vefatına yakın bir zamanda kendisiyle yapılan bir mülakatta, yeni bir marşın yazılması yönünde ortaya çıkan söylentiler hakkında neler düşündüğünün sorulması üzerine verdiği cevapla yazımızı noktalayalım: “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”
Ruhu şâd, mekanı cennet olsun. Rabbim, nefsimizi ve neslimizi onun savunduğu, yaşatmaya çalıştığı değerleri yaşayanlardan ve yaşatmaya çalışanlardan eylesin. Gayretleri boşa çıkarmasın! Âmin!..