İnsan hayatında olduğu gibi toplum hayatında da üç, yedi, on, yirmi beş, elli ve yüz gibi bazı sayıların önemi vardır. Bu önem yaş günlerinde, yıl dönümlerinde daha da artar. Yıllardır konuşulan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100.yılına erdik. Artık 2. yüzyıla girmiş bulunuyoruz. Vatanımız, milletimiz, insanımız ve insanlık için hayırlı olsun. Nice yüzyıllara... hayırlısı ile!..
Modern tarih yazımının, sosyolojinin ve iktisadının öncülerinden İbni Haldun; devleti, insanın hemcinslerinin saldırılarından ve zulmünden korumak için oluşturdukları bir şey olarak tarif eder. Ona göre, insanlar, hemcinslerinin tacizlerinden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar.
Her canlı doğar, büyür, gelişir ve ömrünü tamamlayınca ölür. İbni Haldun’a göre devlet de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Hâl böyle olunca hayatı sağlıklı olarak yaşamak ve öyle geçirmek esas olmalıdır.
Nasıl ki insan hayatının doğum, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi dönemleri vardır, İbni Haldun’a göre devletlerin ömründe de bazı dönemler vardır. İbni Haldun, devletlerin ömrünü beş aşamaya, döneme ayırır ve beşinci ve son aşamasında, iktidarı sağlayan gücün (asabiye) yok olması ile karşı karşıya bulunduğu bir dönemi olarak vasıflandırır. Bu dönemde iktidar sahipleri güçlerini keyfi bir biçimde kullanmaya başlar. İbni Haldun’a göre bu dönemde artık devlet, ya içerideki güçlü bir asabiyet sahibi bir grup tarafından yıkılıp yeniden inşa edilecek ya da dışarıdan gelen bir devlet tarafından yıkılarak tarihi bir faktör olmaktan çıkacaktır. Tarihî-toplumsal alanın kaderinde bu vardır.
Altı yüzyıllık Osmanlının sonrasında binbir zorluk ve imkânsızlıklar içerisinde küllerinden yeniden doğan Anka misali, bir “Osmanlı Paşası”nın, Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuş, bugüne kadar çeşitli badireler atlatmış olsa da bugüne kadar gelmiş ve sağlıklı bir ömür sürdüğü takdirde yaşamaya devam edecektir. İbni Haldun her ne kadar devletlerin beş döneminin sonrasında yıkılacağına işaret etmiş olsa da modern Türki Cumhuriyeti devletini kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk de başka bir gerçeğe işaret eder ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilelebet yaşayacağını söyler: "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Gerek İbni Haldun ve gerekse Gazi Mustafa Kemal Atatürk düşüncelerinde haklıdırlar ve bu iki görüş arasında bir tezat söz konusu değildir. Aynı şartlar, aynı neticeyi doğurur gerçeğinden hareket ederek bu düşünceleri daha rahat anlayabiliriz.
Devletlerin sağlıklı ömür sürmesinin şartları bellidir. Şeyh Edebalı “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” der. Hz. Ömer’e ve Atatürk’e izafe edilen güzel bir söz vardır: “Adalet mülkün temelidir.” Her iki söz de aslında devlet ve toplumların sağlıklı bir ömür sürmelerinin reçetesidir. Çünkü bu, İlahi kelamda ifade edilen buyruklara da uygundur: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90) Adaletle iş tutmak önemli!..
Ebû Hüreyre’den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Devlet otoritesi en büyük hamidir. Haksızlıklarla onun vasıtasıyla (yani hukuk yoluyla) mücadele edilir ve onun vasıtasıyla (tehlikelerden) korunulur. Şayet bu otoriteyi kullanan(lar), Allah’tan sakınmayı emreder ve adaletle hükmeder(ler)se bu yaptıklarından sevap kazanır(lar). Bunun aksine davranır(lar)sa (vebalini) çeker(ler).” (Müslim, İmâre, 43) Adil ol, hem sen hem toplum, insanlar rahat ve huzur içerisinde yaşayalım.
Osmanlı’nın kudretli padişahlarından Fatih Sultan Mehmet Han “Adaleti öldürdüğün gün, devlet de ölür.” diyerek devletin devam ve temadisinin diğer alıntılarda olduğu gibi adalet ile mümkün olduğunu ifade etmiştir.
İşin bir de şu tarafı var ki gerçekte hiç kimse zalimden, zulüm ve adaletsizlikten yana değil. Ancak bakış açısı ve algısı neticesinde kişi, zalime ve zulme taraftar olabiliyor. Bunu aşmanın yolu akıl ve mantık süzgecini bilhassa bu tür süreçlerde iyi kullanmak gerekiyor.
Geçen yüzyıl içerisinde ülkede her daim güllük gülistanlık bir süreç yaşanmadı. Güzel, mutlu ve ferah günler de hiç yaşanmadı değil. Hatta toplumun bazı kesimleri için güzel, mutlu ve ferah günler her daim yaşandı.
Toplum acılı ve yakıcı ateşler içinde yana yana pişti, yandı kavruldu âdeta. Acılı ve yakıcı ateşler içinde yanmamızın ve kavrulmamızın en temel sebebi gerçek bir demokrat olmayışımız, evrensel temel insan hak ve özgürlüklerini yeterince savunamayışımızdır. Taa en başından bugüne gelinceye kadar devletin ana omurgasında yer alanlar başkalarını o güce ortak etmemişler, başkalarının oraya girmesine, o güce ortak olmasına, geleceğe hep birlikte yön vermeye razı olmamışlardır. Zaman içerisinde sık-gevşet, sık- gevşet-al politikası ile topluma yön verilmiş, toplumda birçok hukuksuzlukların ve acıların yaşanmasına sebep olunmuştur.
Farklı zaman dilimlerinde, ceza kanunlarına farklı suçlar ihdas edilerek bilhassa iktidara muhalif düşüncedeki insanlar o suçlarla suçlanarak cezalandırılmış, bu yönde haksız bir şekilde verilen idam kararlarıyla geri dönülmez bir yola girilmiş, haksız ve hukuksuz bir şekilde canlar yitirilmiştir. Birçok kişinin de sosyal, siyasi ve ekonomik hayatı altüst edilmiş, yaşanan bütün bu olumsuzluklarla toplumda derin yaralar açılmıştır.
Çok partili hayata geçiş, demokratik, laik ve hukuk devleti olma yolunda önemli bir adım olarak milletin, halkın devletin yönetimine daha katılımcı bir şekilde yer almasını sağlamıştır. Ne var ki siyasilerin bu konudaki yanlış tavır ve kararları henüz yeterince demokrat olmayan insanımızın hayrına olmamış, devlet içindeki siyasi ve askeri gücü elinde bulunduranlar, “seçilmiş, meşru hükûmeti devirmek”le darbeler döneminin başlamasına yol açmışlardır. 1960 Darbesi ile başlayan bu süreç, 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1998 Post-modern Darbesi’yle toplum yönlendirilmiş, insanlar arasında kutuplaşmanın, fikri ve ideolojik çatışma ve kamplaşmanın fitilleri ateşlenmiştir. Sadece kamplaşma olmamış, birçok insanımızın mağduriyetler yaşamasına sebep olunmuştur. 28 Şubat’ın öyle derin etkileri olmuş ki “bin yıl sürecek” bir plan ve programla hareket edilerek devlet ve kurumlar bu yönde yapılandırılmıştır.
Yaşanan her “Olağanüstü Hâl Dönemi”, etkisi nesiller boyu devam edecek mağduriyetlerin, haksızlıkların yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Kimilerine göre “kurmaca” kimilerine göre “Allah’ın lütfu” olan “15 Temmuz Hain Darbe Teşebbüsü” ile yüzlerce insanımız, hayatını kaybetmiş, milyonlarca insanımızın hayatı altüst olmuş, insanlar haksız ve hukuksuz biçimde işlerinden uzaklaştırılmış, “ağaç köküne muhtaç” bırakılarak suç olmayan unsurlarla suçlanarak maddi manevi zulümlere maruz bırakılmıştır.
Denilebilir ki Türk tarihinin, Cumhuriyet tarihinin en acımasız cezalandırma, haksızlık ve hukuksuzlukları 15 Temmuz sonrasında yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir.
İnsanların özgür olmadığı, duygu ve düşüncelerini rahat ve özgür biçimde ifade edip paylaşamadığı, Anayasa ve yasalara bütün kurum ve kişilerin bağlı kalmadığı bir ülke ve devlet vatandaşına, insanına huzur ve saadet sunabilir mi? O ülkede gerçek bir demokrasinin varlığından söz edilebilir mi? Anayasa ve yasaların adil bir şekilde yürürlükte olmadığı, sadece bazı kesimlerin ülkenin ve devletin imkânlarından yararlanabildiği diğerlerinin uzaktan seyrine bile izin verilmediği bir ülke, vatandaşına huzur ve mutluluk verebilir ve vadedebilir mi?
Evrensel hukuk ve demokrasinin işlemediği, işletilmediği ülkelerde ekonomiler de altüst olur. Oraya uluslararası yatırımcıların gelmesi söz konusu olabilir mi? Kendi ülkesinde kanunlar hiçe sayılarak türlü hile ve hud’alarla kapatılan ve el değiştiren şirketlerin, holdinglerin varlığı yabancı yatırımcının ülkeden uzak durması demektir. Adamlar haklı olarak yaş tahtaya basmaz; hâliyle, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemezler. Bu tür netameli ülkelere ekonomik birikimlerini yığmazlar. Akıl bizde varsa onlarda da var!..
Eksileri ve artılarıyla Türkiye Cumhuriyeti bugün 100.yaşını kutladı; kutlu olsun!.. 2. yüzyılından gün almaya başladı. Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nda canlarını feda ederek bizlere bu vatanı emanet eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, şehitlerimize, yaralanmış gazilerimize ve daha sonra vefat etmişlerimize, Mevlâ rahmet eyleye, cennetine dahil eyleye. Onları rahmet ve minnetle anıyor ve hassaten onlara teşekkür ediyorum.
Türkiye Cumhuriyeti devletimizin beka ve temadisi için hukuk ve adaletten geri dönüş yoktur. Devletimizin “ilelebet payidar” olmasını istiyorsak anayasa, yasalar, evrensel temel insan hak ve özgürlüklerini devletin işleyişinde esas almamız lazımdır. Bu devlet, bu vatan, bu ülke hepimizi mutlu eder. Ama sadece biz mutlu olalım; bu devletin, bu ülkenin sahibi sadece biz olalım, der ve anayasa, yasalar ve evrensel hukuktan saparsak işte o zaman ne devletimiz “ilelebet payidar”, ne insanlarımız mutlu ve huzurlu ne de “yurtta ve dünya sulh” hâkim olur!..
“Devletin dini adalettir.” ve “Adalet mülkün temelidir.” ve“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” anlayışı ve düsturu çerçevesinde nice 100. yaşlara diyelim. Sözü Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket İsterim” şirinden birkaç bölümle noktalayalım:
“Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”