Şehrin oksijen kaynağı, ferah ortamlarıdır parklar. Şehir kültüründe parkların ayrı bir yeri vardır. Parkların her mevsim ayrı bir güzelliği olduğunu peşinen söylemeliyim. Kışın kar yağdığında, baharda binbir çiçek ve renkte bir görsel şölenin sunulduğu yerlerdir parklar. Yazın koyu gölgeli çınar ağaçlarının dipleri apayrı bir serinlik sunar gölgelenen misafirlerine. Sonbaharda, güzde ise yapraklardaki türlü renk tonlarının yanı sıra güz çiçeklerinin gözleri ve gönülleri selamlaması da apayrı bir huzur verir. Sararan yapraklar bir tatlı hüznün ikramıdır gözlere.
Her zaman olduğu gibi, geçen günlerde de yolumun üzerinde olan parka uğradım. Belediye, parkın bitki örtüsünün zengin olması konusunda epey gayret sarf etmiş. Türlü ağaç, bitki ve çiçeklerle parklar gerçekten ilgi çekici kılınmış, kameriyeler, banklar, oturup yemek içmek için ahşap masalar hazırlanmış. BU güzel ve güzide parklar, şehrin gürültüsünü emip yok eden güzel alanlar. Emeği geçenlere teşekkür ederiz.
Onu diyordum, iki senedir uğradığım bu parkın farklı farklı noktalarına genel olarak süs elması, incir, zeytin gibi meyveli ağaçlardan da dikilmiş. Ağaçlar büyümüş, meyvelerini veriyor. Süs elmasının alıç büyüklüğündeki elmaları dallarda üzüm salkımı gibi sık taneli. Parkın bir yerinde, birbirine yakın iki süs elması vardı. İlk gördüğümde meyveleri yeniyor mu acaba, yeniyorsa tadı nasıldır, diye merak ettim. Birkaç tanesini yedim; alıç tadı gibi bir tat bıraktı ağzımda. Bu elmaların biraz irice olanına bizim orada, çoban elması derler. Bazı yerlerde de tavşan elması diyorlarmış. Parktaki bu süs elmalarının çiçekli hâli de meyveli hâli de gerçekten çok güzel. Bunlar, yurt dışından, mesela Japonya’dan mı ithal edildi acaba? Her neyse o iki elmadan birini kurumuş gördüm. Üzüldüm elbette. Boy ve verimlilik açısından, ikisinin de aynı zamanda dikildiği belli bu ağacın biri neden kurumuş olabilir? Çevredeki insanlardan mı, park görevlilerinin bakımdaki ihmallerinden mi? Bunu şimdilik bilme durumumuz yok. Ama bir gerçek var ki o iki süs elmasından biri kurumuş; çıplak gerçek bu!..
֍֍֍
Şimdi aynayı başka bir alana çevirelim, yansımalar buradakinden farklı mı, bakalım!.. Ülkenin yönetimini elinde bulunduranlar ve onları destekleyen halk olarak bütün gençliği okullara, dört duvar arasına hapsettik. Ne yeteneklerini keşfettik ne de onların bunlarıgeliştirmelerine izin ve fırsat verdik. Çeyrek asır sonra fakültelerden mezun ettik, bu kez türlü elemelerde onları hedeflerinden mahrum bıraktık. Ömrünün bir çeyreğini sadece okul ortamlarında geçiren bir ferdin hayata nasıl atılacağı konusunda hiçbir alternatif ortaya koymadık, koyamadık. Sonra gençliğin bu acınası hâli üzerine bol bol konuştuk ama ne yazık ki açtığımız yaralara merhem olacak bir çare de üretmedik!..
Yerli üretim olmayınca gıda dahil pek çok ürünü yurt dışından satın aldık, paketlerin üzerine yüzde yüz yerli yazdık!.. Paketlerin ardındaki ürün menşei noktasına da başka ülkelerin adını yazma dürüstlüğünü(!) gösterdik. O ülkeler de nasıl olsa uzayda değil, yeryüzünde idi; yerlilerdi yani!..
Konuşmalarımızda daima, “Beş parmağın beşi bir değil!” deyip durduk ama herkesin en az bir lise mezunu olması gerektiğinden hareketle liseleri zorunlu eğitime dahil ettik!.. Böylece, sanayide önemli bir unsur olan ara eleman ihtiyacını gideremez olduk…
Yetmedi, güç bela iş bulmuşlara, mesleğini icra etmek isteyenlere türlü sebepler icat ederek onları işinden, aşından, temel hak ve özgürlüklerinden ettik. Daha mesleğinin baharında, on aylık terütaze öğretmenken onları mesleğinden uzaklaştırdık türlü yaftalarla ve onların mesleğini ifa etme aşk şevkini yerle bir ettik.
Olmadık, olmayacak işlere imzalar attık; gülleri ya perişan ettik veya onlara diken aşıladık. Oysaki ne dikene gül aşılanırdı ne de güle diken. Çorak bahçeleri gülistan yapanlara da dar ettik dünyayı, dünyalarını zindan eyledik; zindanlar dünyaları oldu. Gülistandaki gülleri budaya budaya bir kaldık, ama elimizde ne gül kaldı ne gül yaprağı, kala kala dikenleri kaldı, onlar da kanattıkça kanatıyor… durmadan kanıyor yaralarımız, kapanmak, kabuk bağlamak nedir bilmiyor. Her gün kanatılan yara, kabuk bağlar mı hiç, bir ara!..
Ne parklarda rahat verdik ağaçları ne bahçelerde, bağlarda!.. Haram helal demeden hep biriktirme, alma, toplama, sahiplenme derdine düştük. Bir an olsun yarınları düşünmedik, dünümüzü düşünmedik. Demedik hiç, bu bize nasıl geldi, nasıl doldu, nelerle doldu bu heybe? Heybemdekilerin karşılığı ebedi cennet mi yoksa eza cefa dolu ateşin bir cehennem mi? Sormadık, soramadık, soruşturmadık… Gözümüz, gönlümüz, dilimiz ve vicdanımız bağlandı…
Dün “tu kaka” dediğimiz, “tağut” olarak nitelediğimiz devletin sahibi olunca her şeyi değişti sandık; oysaki sistem ve ayarları hiç değişmemişti... Değişen sadece ve sadece kaportanın boyasıydı, bilemedik. Sorup sorgulamadık, gelen haberleri, bilgileri, sözleri… Bir masuma zarar vermeme hassasiyeti ile hareket etmemiz gerekirken haris muktedirlerin sözlerine kandık, nice masumların işinden, aşından, eşinden, aşiyanından edilmesine aracılık ettik. Yetmedi kul hakkına girenleri, masumların malına mülküne çökenleri hep alkışladık, hep alkışladık!.. Bilemedik dünkü “irtica”nın yerini bugün “terör” kelimesinin aldığını, yaftalamaların buna göre yapıldığını!..
Doğal hayatta bağlar kurudu, bahçeler kurudu. Araziler ıssız, değerler altüst oldu ve sahipsiz bırakıldı. Evlatlarımız, gençlerimiz, nefsinin hevasına kapılanların uygulamaları, tavır ve davranışları sayesinde değerlere mesafeli oldu, inançlarla araları açıldı. Ama gençler, bu olumsuzlukları yanlış değerlendirmelerin neticesinde inançlardan bilir oldu. Onun için inançlarında kırılmalar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Üretim azaldı, tüketim ise arttıkça arttı. Tarlaları ekip dikecek kimsecikler kalmadı, toprak sürülmeye sürülmeye “geñ” oldu gitti. “Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ” atasözü bir kere daha ete kemiğe büründü, harap olmuş bahçeler hâlinde bize göründü.
Parktaki ağaç neden kurudu, niçin yitirdi canlılık emaresini? Bilmiyoruz ama kuruyan sadece parktaki ağaç değildi. Doğayı yeşile büründürmek isteyen yaşatma yiğitleri olduğu gibi bu yemyeşil cennet misal dünyamızı çöllere çevirmeye ant içmiş “çöl akrepleri” de vardı ve her dem gayret hâlindeydiler…
Onun için kuruyan sadece parktaki ağaç veya ağaçlar değil. Toplum değerlerini de yitirdi, dostluk, arkadaşlık, akrabalık bağları bir bir kurudu. Bunları geçtim insanlık bahçesinde açan bir ümit çiçeği dahi kalmadı neredeyse!.. Ama biz, “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 53) İlahi ikazının muhatabı olarak daima ümitvarız. Ümit çiçeklerimiz açmaya devam edecek, bu uğurda türlü susuzluklar, yoksunluklar çeksek, verimsizlikler yaşasak da!..
Ne ağaçlarımız kurusun ne de güllerimiz solsun. Ne de Orhan Veli gibi, ağacımız kuruduğunda başka bir mahalleye taşınma gereği duyalım; hiç kurumasın ağaçlarımız. Gençlerimizin hayalleri suya düşmesin, onlar da mutlu olsun. Fertleri mutlu olmayan toplumların da mutluluğundan söz edilemez. Onun için içimiz biraz huzur dolsun şu gelimli gidimli dünyada. Bunu bize, insanımıza çok görmeyin, bu yeter!..
Sözü Orhan Veli’ye bırakalım “Ağacım” sazıyla söylesin dursun şurada:
“Mahallemizde
Senden başka ağaç olsaydı
Seni bu kadar sevmezdim.
Fakat eğer sen
Bizimle beraber
Kaydırak oynamasını bilseydin
Seni daha çok severdim.
Güzel ağacım!
Sen kuruduğun zaman
Biz de inşallah
Başka mahalleye taşınmış oluruz.”