Kültür için, bir milletin maddi ve manevi hayatına dair özelliklerinin nesilden nesile, yenilene yenilene devam ederek gelecek nesillere miras kalan bir olgudur demek mümkündür. O, doğal akışa dıştan bir gücün müdahalesinin söz konusu olmadığı zaman, uyumlu ve olması gerektiği şekilde devam eder. Ne vakit, işin doğasına aykırı olarak sert müdahalelerle karşı karşıya kalır, o zaman bir erozyona tabi olur ve yok olmaya yüz tutar.
Akademik hayatımızın önde gelen isimlerinden, hocaların hocası Mehmet Kaplan, “Kültür ve Dil” adlı eserinde, kültürü ve dolayısıyla dili deltalardaki topraklara benzetir; ırmak geçtiği yerlerden aldığı topraklardan numuneleri denize kavuşurken deltaya bırakır. Dolayısıyla deltanın, ırmağın doğduğu yerden başlamak üzere denize buluştuğu yere kadarki toprak örneklerinden oluştuğunu, kültürün ve dilin de deltadaki bu topraklar gibi yaşanılan coğrafyadaki insanların hayatlarından özelliklerin yıllar içinde birike değişe günümüze kadar geldiğini hatırlatır. Bu sebeple, kültürün ve dilin bir anda meydana gelen bir olgu olmadığına, uzun bir tarihi geçmişe sahip olduğuna dikkat çeker.
Ziya Gökalp’in “hars” kelimesi ile ortaya koyduğu “kültür” kelimesine karşılık “öz Türkçe” olarak “ekin” kelimesi uygun bulunmuş. Güncel Türkçe Sözlük’e kültür kelimesi tam olarak “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.” şeklinde izah edilmiş.
Maddi manevi zenginliklerimizi ortaya koyan kültürün bir parçası olan ve en önemli bir ögesi olarak kabul edilen kitapla ilgili olarak ilgimiz, ilişkimiz yüzyıllar öncesinden beri vardır ve artarak devam etmektedir.
MS sekizinci yüzyılın başlarından itibaren yazılı kültürün ilk örneklerinden olan Orhun Abideleri ile -bu abideler bilinen yapı/form olarak kitap biçiminde olmasa da- bir nevi kitapla tanışmış, Uygur metinleri, sonrasında Kutadgu Bilig, Divanü Lügati’t-Türk, Atabetü’l-Hakayık veDivan-ı Hikmet ile bu ilişkinin temelleri daha da sağlamlaşmış ve kalıcı hâle gelmiştir.
Orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına taşınmamızla birlikte yazılı kültürümüz bu sahada da devam etmiş; Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, Âşık Paşa gibi nice gönül insanının yazılı olarak da eser vermeleri kitap ağacının meyvelerinin bollaşmasına ve bereketli olmasına vesile olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin hüküm sürdüğü yıllarda yazılı eserlerin verimi artarak devam etmiş, dil zaman içerisinde yeni coğrafyadan elde ettikleriyle de yeni bir tat ve şekliyle gelişmeye devam edegelmiştir. Türk dili ve edebiyatı sahasında araştırmalar yapan uzmanların Türkçenin tarihi gelişimini Eski Türkçe, Eski Anadolu Türkçesi, Orta Türkçe ve Türkiye Türkçesi şeklindeki kategorik incelemeleri eserlerin de bu kategoriye bağlı olarak sınıflandırılmaları söz konusu olmaktadır.
Kitapların yaygınlaşması
Hiç şüphe yok ki matbaanın icadı ile yoğun bir biçimde kullanılmaya başlanmasından sonra kitlelerin kitapla buluşmaları artarak yoğunluk kazanmıştır. Tanzimat’la birlikte yeni türler, yeni eserler kitapseverlerin beğenisine sunulmuş, yeni türlerin de yeni yazarlarını beslemesi söz konusu olmuştur. Bu beslenme, yeni yazar ve şairlerin ortaya çıkması, yeni eserlerin verilmesi Cumhuriyet’le birlikte katlamalı bir artışla devam edegelmiştir. Bugün binlerce yayınevi yeni yeni kitaplar yayımlayarak onları okurla buluşturmanın çabası içindedir.
Bir fikir ortaya koymak önemlidir. Bir fikri ortaya koymak kadar o fikrin kitlelere duyurulması da aynı derecede önemlidir. Kitap yayınlamak da böyledir. Kitap yayınlamak hiç şüphe yok ki çok önemlidir, ama onun kadar da kitabın okuruyla buluşması, okurun kitapla kucaklaşması önemlidir. Yüce Mevla türlü türlü tatlarda türlü türlü meyve yaratmış ve o meyvelerdeki tadı ortaya çıkaracak, alacak, ondan anlayacak, canlılarda dil uzvunu ve sistemini yaratmıştır. Aynen öyle de kitaplar yazıldıktan sonra onu okuyacak, değer ve kıymetini bilecek okurlara ulaşmaz, ulaştırılamazsa bu, hem kitap hem yazar hem de okur için talihsizlik olur. Bu sebeple kitapların, yazarların okurla buluşmaları en çok da fuarlarda ve onunla mümkündür.
Ekim ayı ile birlikte ülkemizde, birçok şehrimizde geleneksel hâle gelmiş olan kitap fuarları organize edilmektedir. Bunun düzenleyeni kim olursa olsun, -fuarların içeriğini eleştirme hakkını saklı tutmak kaydıyla- her bakımdan alkışlanacak bir faaliyettir. Evet, bu alkış, faaliyetin daha güzel ve geniş katılımlı, nitelikli olmasına yönelik eleştirilerin yapılmasına mâni değildir.
Kitap fuarları, çölde susuzluktan kıvrananlar için âdeta bir vaha, serin bir göl, billur bir pınardır. Bu vahada serinlemek, bu gölün etrafında yeni dünyalar keşfetmek, yeni güzelliklere erişmek, bu pınardan kana kana su içmek esas itibariyle yine o alanda açlıkla ve susamışlıkla mümkündür.
Okurun, kitaplara ilgi duyan herkesin yazar ve şairlerle buluşarak bu yeni dünyanın giriş kapılarının aralanmasına vesile olan okur-yazar sohbetleri, diyalogları, konuşmaları kültür ve irfanımız için oldukça önemlidir. Çocuklarımızın, gençlerimizin yazıyla, kitapla, kültürle tanışmaları, o pınarlardan su içmeleri, geleceklerini o kültürün harcıyla inşa etmeleri açısından kitap fuarları hayati önemi haizdir.
Fuarlar yeniden
Daha önce salgın sebebiyle ara verilen toplumsal ve kültürel faaliyetler, kapanmalardan kontrollü normalleşme sürecine girilmesiyle temizlik, maske ve mesafe kuralı çerçevesinde yapılmaya başlanmıştır. Ekim ayı ile birlikte farklı şehirlerde farklı tarihlerde başlayan bu kültürel hareketlilik hem ekonominin canlanmasına hem de kültürün taşıyıcısı olan kitapların okurlarıyla buluşmasına, okurun şair ve yazarlarla etkileşime girmesine vesile olmaktadır. Bu faaliyetler devletin ilgili yürütme birimlerince daima desteklenmelidir. Bu desteklerden asla tasarruf yoluna gidilmemelidir.
Yayınevlerin hayatta kalmaları, eserlerin teliflerini eser sahiplerine ödeyebilmeleri için kitapların satılması gerekir. Fuarlar buna imkân sağlaması açısından da önemlidir. Ancak meseleye sadece ekonomik pencereden bakmak hata olur. Kitabın ekonomik değeri vardır ama o salt bir meta değildir; sadece alıp satılan bir ekonomik değer olarak görülmemelidir.
Hayat şartlarının giderek zorlaştığı, dayanılmaz bir hâl almaya başladığı günümüzde kitaba sevdalı gönüllerin daha fazla incinmeden birçok kitapla buluşmaları ancak kitap fiyatlarının makul düzeyde tutulması ile mümkündür. Bunun yükü sadece yayınevlerine yüklemek elbette doğru olmaz; onların da gemisini su aldırmadan yüzdürmesi gerekmektedir. Bunun için devletin, hükümetin, belediyelerin bu kültür çalışmalarına belli oranda destek vermesi elzemdir. Bu destekleme işi, asla yandaş/candaş/öteki ayrımına tabi tutulmadan yapılmalıdır.
Yazarlar da kendilerini yenilemeli
Kitapla buluşmaya hevesli gönüllerin kitaba ayırdığı bütçe birçok kitabı almaya yetmeyebilir. Bu sebeple, fuarlarda kitaplarını imzalayan şair ve yazarlar standa uğrayan her okurun/kişinin kendi kitabından almasını beklemeden vakti ölçüsünde onunla sohbet edebilmelidir. Bu husus çok önemlidir.
Yazar ve şairler fuarları salt kitap satma vakti olarak düşünmemelidir. Onların da hayatın içinden çıkıp gelen okurla sohbet etmeye, onlarla söyleşmeye ihtiyaçları vardır. Aksi takdirde kendisini yenileyemeyen, sürekli tekrar edip duran bir yazar ve şair profili oluşur ki bu da onlar için yok oluşa doğru gidiş demektir. Bir yazar ve şair yeni eserler vermek istiyorsa hayatın içinde kalmaya, hayatla iç içe olmaya devam etmelidir. Bu onların âdeta yenilenme ve arınma kurnalarıdır.
Geçtiğimiz günlerde ben de katıldığım bir kitap fuarında önceden tanışma fırsatını bulduğum yazarları ziyaret ettim, bende olmayan kitaplarından günün anısına imzalamalarını istedim. Hayata, kitaba, kültüre ve yazmaya dair söyleşilerimiz oldu, güzel de oldu. Hem tanışıklıklarımızı, dostluklarımızı yeniledik hem de fikir alışverişinde bulunduk. Ne var ki her birerinden kitaplarını almak mümkün olmadı. Bütçemizin de nihayetinde bir sınırı var!.. Kitapların fiyatlarındaki artış, hâliyle, bizim daha az kitap almamıza; daha az sayıda yazar ve şairimizin gönlünü hoş etmemize sebep oldu. Her ne kadar indirimli olarak verilse de gelir-gider açısından kitaplar gerçekten de pahalı; hayat pahalı zaten. Kitaplar, yazarlarının emekleri açısından bakılınca elbette pahalı sayılmaz ama okurun bütçesi açısından her kitaba yetişmek maalesef mümkün olmuyor.
Yazaralar da kitaba bütçe ayırmalı
Bu arada yazar ve şairler kendini yeni eserlerle de yenilemesi lazım. Yeni dünyaların keşfi için onların da yeni kitaplarla buluşması, onların da yazar ve şairlikleri kadar okurluklarının olması gerekir. Acaba şair ve yazarlar, hediyeleşme babında birbirlerine imzaladıkları kitapların dışında bir okur olarak diğer okurlar kadar kitap satın almışlar mıdır? Dahası satın almışlar mıdır? Yoksa, “Yeter artık, ben bir yazarım, başkalarının kitaplarına para verme dönemim bitti.” diye düşünmüşler ve öyle mi hareket etmişlerdir? Dilerim ki böyle değildir.
Her şeyde olduğu gibi yazar ve şairlerin kitap almalarında da genelleme yanlış olur. Satın alanı vardır, almayanı vardır. Başka yazarların eserini satın alanlar bu işlemle aynı zamanda kendilerine duydukları saygının bir gereğini yerine getirmişlerdir. Kitabının satın alınarak okunmasını bekleyen, başka bir yazarın da aynı duygu ve düşüncede olduğunu bilerek satın alıp okuması gerekir. Yeni kaynaktan beslenmeyen göl, kokuşmayla karşı karşıya kalmış demektir.
Bir vahaya, billur bir pınara benzettiğimiz kitap fuarları, yazar ve şairlerin buluşma noktaları olması açısından oldukça şen bir havada gerçekleşir. Bu tıpkı eskiden çeşme başlarında yapılan sohbetlerin modern versiyonunu yaşamak gibidir. O çeşme başları ki günümüz iletişim ortamlarının neredeyse tamamını kapsayan bir görevi icra etmekteydi. Her türlü bilgi ve haber oradan temin edildiği gibi, dostlarla, sevgiliyle buluşup görüşme de yine çeşme başlarında gerçekleşirdi. O sebeple pınar başı şen, dertli de söylegen olur!
Her türlü dertlerimizin derman bulması, maddi manevi varlıklarımızın o pınarlardan akan sularla nice güzelliklerle yeşermesi ve gümrah olarak geleceğe yürümesi dileklerimle!..