Zararlı şeylerin gerçeği, gerçekten zararlı olduğu gibi sahtesi de insan için daha da zararlıdır. Yanlışın doğrusu, yani var oluşu, onu doğru kılmaz; yanlış yanlıştır.
En büyük sahtelik insani davranışlardadır; bunun en bariz örneği münafıklar ve münafıklıktır. Çünkü onlar olmadığı hâli varmış gibi gösterir. Alsan satılmaz, satsan satın alan olmaz ama onar, sizi menfaatleri bitince bir dakika durmaz hemen satarlar. Sadece satmazlar, yani menfaat ortaklarıyla hakkınızda olmadık tuzaklar kurar, altınız oyulur da kumpas kuyularına bir sabah ansızın atıverirler sizi.
Tarih bize, bugünkü anlamda ilk parayı Lidyalıların kullandığını söyler. Lidyalılar gerçek parayı basarken acaba onarın arasında sahte para basanlar da var mıydı, bunu bilemiyoruz. Bu da mı geçen zaman içinde insanlığın apayrı bir icadı oldu, bu da cevaplanması gereken ayrı bir soru. Baksanıza günümüz dünyasına; medyada, sosyal medyada sahte dolarların basıldığı haberlerinin kol gezdiği, öyle ki para sayma makinelerinin bile bunu fark edemediği söyleniyor ve yazılıp çizilip duruyor. İşin garip yanı, sahte olarak basılan doların miktarının biliniyor olması. Sahteliğin toplamı nasıl biliniyor?
Sanayi ve endüstrinin gelişmesine paralel olarak taklit, tağşiş (karıştırma) ve sahte ürünlerin piyasalarda yer bulmasında da bir artış söz konusu muydu? Yoksa “sütü tertemiz kılmak için” onu su ile “yıkama”nın tağşiş nöbetlerinde bulunması meselenin daha öncesine inmemizi mi gerekli kılıyor? Hz. Ömer devrinde yaşanan anekdota, anlatıya göre süte su katmak isteyen anne ile kızının durumu bugün de geçerli, hatta daha da geçerlidir. Şu olay, bizim kendimize gelmemizi, öz değerlerimize sahip çıkmamızı sağlamalı değil mi?
“Hz. Ömer, bir gece, hizmetçisi ile birlikte tebdil-i kıyafetle halkı kontrol etmek ve problemlerini bizzat dinlemek üzere dolaşır. Denetlemeye çıktığı bir gece bir kadının, kızına; ‘Kızım kalk, süte su kat ve yarın onu satmaya hazırlan’ dedi. Kızı da “Anneciğim, Hz. Ömer’in süte su katmayı yasakladığını duymadın mı?” dedi. Kızın bu cevabı üzerine anne, “Kızım! Halife burada değildir, o bizi görür mü veya herhangi bir kimse bizi görür mü?” diyerek bunda bir sakınca göremediğini ima etti. Bu kızı, “Ömer bizi görmezse de Allah bizi görür. Lütfen böyle yapmayınız.” dedi. Bunu duyan Hz. Ömer, bu kızın sözünü ve davranışlarını çok beğendi ve hizmetçisine; “o kızı oğlu Asım’a eş olarak alacağını” söyledi. Daha sonra onu oğlu Asım’la evlendirdi. Bu gelinin bir torunu, en meşhur ve en adaletli halifelerden biri olan Ömer b. Abdülaziz’dir.”
“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tacir, peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” hadis-i şerifin gereği Müslüman bir tüccar malında, ticaretinde sahtekârlık yapabilir mi? Yaparsa onun Müslümanlığı neredir? Kişi bu bağlamda kendini “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” diye sorgulamalı değil mi?
***
Her peygambere, kendi devrinin şartlarına ve misyonuna göre farklı mucizeler bahşedilmiştir. Bu bağlamda, Hz. Süleyman’a (a.s.) mucize olarak hayvanlarla özellikle de kuşlarla konuşabilme yeteneği verilmişti.
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelir ve kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Huzura çağrılan dervişe Hz. Süleyman, “Bu kuş senden şikâyetçi, bu kuşun kanadını niye kırdın?” diye sorar. Derviş, “Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacakken kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı incindi.” der.
Dervişin bu cevabı üzerine Hz. Süleyman, kuşa dönerek “Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın?
O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı, diye şikâyet ediyorsun!”
Hz. Süleyman’ın bu sorusuna kuş şöyle cevap vermiş: “Efendim, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım!”
Hz. Süleyman bu savunmayı beğenir ve kısasın yerine gelmesi için “Kuş haklı, hemen bu dervişin kolunu kırın!” diye emreder. Bunun üzerine kuş, “Efendim, sakın böyle yapmayın.” diyerek bu karara itiraz eder.
Hz. Süleyman, bu karara niçin itiraz ettiğini kuşa sorar. Kuş, “Efendim, bunun kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”
Evet, Müslüman güven insanıdır. İki Cihan Güneşi, “Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.”, “Aldatan bizden değildir.” buyurur. Buyruğun gereği olarak hepimiz, “Güvenli biri miyim?” diye iç muhasebede kendimizi daima sorgulamalı ve “Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 149) ayetini hep hatırda tutmalıyız.
Doğru yaşamak, dürüst davranmak aslında çok da zor değildir. Zorluk bunu zor zannederek nefsinin emirlerine boyun eğenlerin çoğunluğu oluşturduğu bir zamana denk gelmektir. Kötülerin hakimiyetinde iyi olarak yaşamaya çalışmak dünya cehennemine mahkûm olmak demektir.
***
Her hafta cuma günü hutbelerde mutat üzere bir ayet okunur. Toplumun düzeninin sağlanması, huzur ve barışın ikame edilmesi için çok önemi haiz olan bu ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Nahl, 90)
Bir Müslüman olarak en sıradan bir vatandaştan devletin en zirvesindeki isimlere kadar herkesin bu ayet-i kerimenin gereği adaletli davranması, iyiliği emretmesi, ödüllendirmesi; çirkin işleri, fenalığı yasaklaması düşünülür, öyle değil mi? Peki, günlük hayatımıza bunlar ne kadar yansıyor? Değil ara sıra adaletsiz davranmak; hukuk ve adaletsizlikte ne yazık ki zirveyi tutuyoruz… Bizim gibi düşünmeyeni hemen ötekileştiriyoruz ve onları hainlikle suçluyoruz. Suçladıklarımızı gerçek mi değil mi düşünmeden, işi hakimlere bile bırakmadan hemen mahkûm ediveriyoruz. Oysaki farklı düşünmek dinin bir emri olan akletmenin de bir gereği değil midir? Bu konuda yapılan uluslara arası İslami endeks araştırmalarında İslam’ın emirlerine uyma ve uygun yaşama konusunda batılı ülkelerin, İslam ülkelerinden daha önde olduğu görülüyor. Kim Müslüman?
Geçen haftalarda, “24 Kasım Öğretmenler Günü” kutlandı; öğretmenliğin kutsal olduğu, büyük fedakârlıklar gerektiği, iş olarak değil bir sevda mesleği olduğu anlatıldı; şen şakrak ödüller alındı ödüller verildi filan. Gören de bu ülkede hiçbir suçu günahı olmadan toplamda elli bine yakın (özel ve kamu) öğretmenin işinden, aşından, temel hak ve özgürlüklerinden edilmemiş de öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğinin bu ülkede ne kadar da onurlu kılındığını zanneder. Oysaki sözler, söylemler cennet asa bahar, eylem ve uygulamalar ateşin cehennem!... Eğitimci şair Celalettin Kurt “Kimlik mümin, muamele münafık.” diyerek bu acı gerçeğin resmini çiziyor.
İnternetle birlikte gelişen sosyal medyada herkes biraz da okur ve yazardır; herkesin farklı konularda birçok paylaşımlarda bulunduğu bir gerçek. Bu, güzel olmasına güzel ama bu güzelliği lekeleyen bir durum var: intihal, hırsızlık yani. Kişi, bir başkasına ait sözü, şiiri kendi yazmış gibi sayfasında paylaşıyor. Bu, düpedüz bir mülkiyet hırsızlığıdır ve bu işin en masumu. Beterin beteri var; akademik camiada intihallerin önüne geçilemiyor. Nerede kaldı güvenli, dürüst Müslümanlığımız?
Olumsuzlukları çoğaltmak mümkün, daha da artırmanın gereği yok. Bir toplumda iyileri ortadan kaldırırsanız geriye kalanların ne olduğunu söylemeye, toplumun nereye doğru evrileceğini, evrildiğini söylemeye gerek var mı? Sokak güven vermiyorsa toplumun geleceği tehlikededir. Bugün -maalesef- sokak güvenli değildir.
Sahtelik ve sahtekârlık ahlaki bir problemdir. Unutmayalım ki bu problem büyüdükçe geleceğimiz alarm vermektedir.
Toplumun sağlam dinamikler üzerine inşa edilebilmesi için hukuk ve adaletin amasız fakatsız yeniden tesis edilmesinin gereği vardır. Hukuk ve adaletin tesis edilmediği bir dünyada sahtelikler çoğalır, topluma sahtekârlar hâkim olur. Toplumun geleceği sahtelikler denizinde boğulur. Sahici olanlar, doğrular, doğruluktan yana olanlar hem azınlığa düşerler hem de zorbaların elinde suçlu görülerek mahkûm olurlar.