İster inanın ister inanmayın, o zamanlar Kızılçullu’nun güneşi şimdikinden daha büyüktü. Diğer bütün güneşlerden de büyüktü. Bizimle arasında da hiçbir şey, bir toz zerresi bile yoktu. Çok çalışkan, sorumluluğunu iyi bilen bir güneşti. Bizimle laubali olmaz ama bizi ihmal de etmezdi. Vakarlı duruşu, kışın içimizi ısıtır, yazın ise terlememizi önlerdi. Aslında hiçbirimiz kafamızı kaldırıp da kendisine bakmazdık bile. Panoramamızın doğal bir parçası, semtimizin sokağımızın sıradan bir bireyi gibiydi. Dahasını söyleyeyim; sanki sokağımızda bizlerle birlikte yaşantısını sürdüren, büyük küçük hepimizin sevgilisi ve dostu olan iri bir köpek gibiydi. Dedim ya, yanından geçerdik ya da o bize sürtünerek uzanır yatardı da dönüp bakmazdık kendisine. Ama bazı özel durumlar hariç.
Bir akşamüstüydü, çok net biçimde hatırlıyorum, şaşkına döndürmüştü beni. Gerçeği söylememi isterseniz, ilk anda tanıyamadım onu, Kızılçullu’nun güneşi olduğunu anlayamadım. Bir başka güneş, daha doğrusu bir başka varlık sandım. Önce içim ürperdi, korktum. Büyümüş büyümüş büyümüş. Sanki bütün gökyüzünü kaplayan koca bir tepsi olmuştu. Alışık olmadığım bir ifadeye bürünmüş, karısı tarafında çıldırtılan öfkeli bir dağ adamı görünümü almıştı. Çehresi öylesine kızarmıştı ki bulunduğu resim karesine giren her şeyi bir kızıllık kaplıyordu. İlerliyordu ve ben bunu ayan beyan görebiliyordum. Mahallemizin arka tarafındaki tepeye doğru ilerledikçe yere daha çok yaklaşıyordu. Birden kendimi kaybettim, ona doğru koşmağa başladım. Çok koştum. Ama nafile, yaklaşamıyordum. Çocuk enerjim Valirahmibey İlkokulu’nun kapısına vardığımda bitti. Orada donup kaldım. Koca tepsi, tepenin arkasında yavaş yavaş kayboluyordu. Yarıdan daha az bir kısmı görülebiliyorken, aklıma evden merak edecekleri geldi. Son bir bakış daha attıktan sonra boynum bükük bir vaziyette evin yolunu tuttum. O gün, gerçekten de güneşe, Kızılçullu’muzun güneşine ulaşabileceğimi, ona dokunabileceğimi sanmıştım. Çok güzeldi. Çok da büyük.
Ve rahmetli babam gençti ve çok yakışıklıydı o zamanlar.
Çocukluğum İzmir Kızılçullu’da geçti. Buca Nahiyesi’nin bağlık bahçelik cennet köşelerinden biri. Zaten yöredeki Rumlar ve Levantenler kendi aralarında Kızılçullu değil, Paradisos adını kullanırlardı. Yöre sakinleri, Kızılçullu’da, Kızılçullu’nun içinde yaşamıyorlar, Kızılçullu’yla birlikte, Kızılçullu’yla el ele yaşıyorlardı. İnsanlar birer sayı değildi Kızılçullu’da o zamanlar. Hepimiz, Forbes Köşkü’nün çam korusundaki sincaplarıyla, Ciro’nun bahçesindeki tilkileriyle, sansarlarıyla, su membaında arz-ı endam eden çitlembik ağaçlarıyla, çoğu bu ağaçlarda yaşayan bukalemunlarıyla, böğürtlen kümeleriyle, üzüm bağlarıyla, zeytinlikleriyle, küçük mutlu evleriyle, evlerin bahçelerindeki kümesleriyle, istasyonuyla, postanesiyle, camisiyle, gökyüzündeki yıldızlarıyla, bacalardan tüten insanlığıyla, çiçeklerin taç yapraklarında rengini bulan sevgisiyle, havada asılı duran nüktedanlığıyla, ve her gün mesaiye gelen güneşiyle, aslında büyük olmayan bir tablonun parçalarıydık. Ben büyüdükçe Kızılçullu da büyüdü, ben o çocuk safiyetimi kaybettikçe Kızılçullu da güzelliklerini kaybetti. İnsanların kalabalıklaşması ve teknolojideki gelişmeler, hep olumsuz değişmelere neden oluyordu. Güneşi de küçüldü küçüldü küçüldü. Güneş ile insanların arasına, insan eliyle üretilmiş binbir çeşit engel girdi, aradaki samimiyet, dostluk kayboldu gitti. Çoğu uzaklardan gelip yerleşmiş olan hantal ruhlu insanlar sürüsü, ilgisiz ve duyarsız idiler, kaybolan şeyi ya fark etmediler ya da umursamadılar. Güneş en çok da buna kahretti. Üzüldü. Küçüldü ve içine kapandı. İşte tam da bu sıralarda, -yöredeki köy enstitüsüyle ilgili olarak verilmiş- Kızılçullu ismi değiştirildi. Şirinyer isimli betondan bir Cehennem köşesinde buluverdik kendimizi. Bugün orada yaşayanların değerlendirmeleri nedir, nasıldır bilemem tabi.
Ve rahmetli babam, bizi mutlu, huzurlu yaşatabilmek için gecesini gündüzüne katarak çalışıyordu. Çocukluğunda İkinci Dünya Savaşı ve İnönü karabasanlarını yaşamış bu adam, hiçbir olumsuzluktan yılmayan bir aile reisiydi. Çok da yakışıklıydı.
Valirahmibey İlkokulu’nun ikinci dönem mezunlarındanım ben. Valirahmibey İlkokulu’ndan sonra yerleşim bitiyordu o zamanlarda. Hemen arkasındaki tepelerde lâle, gelincik toplamak için gezerken, tilkiler, tavşanlar, sincaplar görürdük. Okulumuz yeni yapılmıştı, gıcır gıcırdı. Yörenin gittikçe artan nüfusuna Tuğsavul İlkokulu yeterli gelmemeye başladığı için bu okul yaptırılmıştı. Bahçesine bir sürü fidan diktik. Bahçede yarım asırlık koca koca ağaç olmuşlar şimdi. Benim diktiklerim hangileridir acaba? Valirahmibey deyince Allah rahmet etsin, Neşet Pişmişoğlu öğretmen geliyor aklıma. Bahçeli güzel evi, bizim evimize çok yakındı. Evinin oturduğu alandan başka, bitişik üç parseli de bahçe olarak değerlendirmişti. Çok harika çiçekler ve çeşit çeşit meyve ağaçları yetiştirmişti. Zaten o zamanlar, bütün evler bahçeliydi ve en yükseği iki, hadi bilemedin üç katlı idi. Yaz akşamları, bahçesinden sokağa kemanla icra edilen müzik sesi yayılırdı. Rakı içerdi Neşet Hoca. Bütün Köy Enstitüsü mezunları gibi. Bahçesindeki meyve ağaçlarının altında rakısını yudumlarken alırdı kemanı eline. Ama bütün Köy Enstitüsü mezunları gibi gerçek bir öğretmendi. Eğitimden hukuka, bahçıvanlıktan müzisyenliğe her şeyden anlardı. Örneğin müzik bilgisi o kadar ileriydi ki okulumuz için marş bestelemişti. Bilmem, Valirahmibey İlkokulu’nda şimdiki öğretmenlerin ve öğrencilerin 1959 doğumlu bu marştan haberleri var mıdır: “Valirahmibey Okulu tatlı anne ocağı. Bu yuvada açılıyor bize bilgi kucağı...” Ezgisini bile unutmuş değilim. Ve Neşet Öğretmen, pek az Köy Enstitüsü mezununun yapabildiği değişikliği yapmayı başardı, emekli olduktan sonra; alkolü terk etti ve vakit namazlarının çoğunu camide kılacak derecede dine yöneldi. Taksiratı affedilmiştir inşallah.
İlkokul üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiğim yaz tatilinde babam beni Kemeraltı’nda Kestanepazarı Camii’nde Kur’an kursuna yazdırdı. Aynı zamanda yine Kemeraltı’ndaki bir baharatçı dükkânına çırak olarak verdi. Sabahları erkenden belediye otobüsüyle kursa gidiyordum. Benim anlatmaya çalıştığım zamanlarda Buca’ya belediye otobüsleri yeni yeni çalışmaya başlamıştı ve çok seyrek işliyorlardı. Kurs bitiminde öğle namazını o camide kılıp baharatçı dükkânına yürüyordum. Akşam da tekrar belediye otobüsüyle eve...
Rahmetli babam, çok samimi bir Müslüman’dı. Döneminin din düşmanlığı politikasından dolayı, doğru dürüst bir din eğitimi alamamıştı fakat Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmeye son derecede hâhişkâr idi. Kendi çapında kitap da okurdu. Ama en önemlisi, öğrendiklerini mutlaka yaşamaya çalışan samimi bir mü’min idi. Tembellik etmezdi, dedikodu-gıybet yapmazdı, çevresine rahatsızlık vermezdi, içki içmezdi, faiz yemezdi, kumar oynamazdı ve her türlü haramdan kaçınma hususunda çok ama çok dikkatliydi. Kardeşimin ve benim, dinimizi iyi öğrenebilmemiz konusunda da her türlü çabayı göstermekteydi.
Otobüs durağının yakınında, toptan çerez, kuru yemiş işi yapan bir dükkân vardı. Oradan kiloyla çiğdem çekirdek alıp akşamları yazlık sinema önlerinde satma aklını kim verdi bana, şimdilerde hatırlayamıyorum. Ama ilk sermaye paramı (350 kuruş) babamın verdiği ayan beyan hatırımda.
Rahmetli babam yakışıklı bir adamdı. Yakışıklı olduğu kadar da akıllıydı. Bizim hayata hazırlanmamıza önem verirdi. Eminim, bu projemi duyunca çok sevinmişti. Zaten hemen bana, boynuma asıp çiğdemleri içine doldurabileceğim bir tabla yapıvermişti.
Zaten yakın zamana kadar belediye otobüsleri olmadığı için insanlar kent merkezine gidip gelirken çoğunlukla banliyö trenini kullanırlardı. Hof çuf hof çuf hof çuffff... bir de tiz düdüğü vardı ki bu sempatik kara canavarın. Yaşamın merkezi, tren istasyonu ve çevresiydi. Uzaklaşıldıkça tenhalık, yalnızlık başlardı. Yoğun yerler ferah ve huzurluydu, tenha yerler ferah ve güzeldi. Yani her şey, gençlerin anlayamayacakları kadar değişik ve güzeldi, her yer ferah ve güzeldi. Telefon olarak manyetolu telefonlar kullanılıyordu ve mutlaka santralın, santral memurunun aracılığına ihtiyaç duyuluyordu. Radyolar, neredeyse birer elektrikli fırın büyüklüğünde, açılması için ısınması beklenen lambalı cihazlardı. Televizyon diye bir şey yeryüzünde yoktu henüz. Az sayıda yayımlanan (ama gerçekten okunmak için satın alınan) gazeteler, okuyanların ellerini mutlaka boyayacak kadar ilkel tekniklerle siyah beyaz basılıyordu. Ve... sinema denilen şey de oldukça yeniydi. Bütün insanlar sinemaya ilgi duyuyorlardı. Hele yazın ve hele cumartesi akşamları, hemen herkes sinemaya giderdi. Yazlık açık hava sinemaları vardı. Dört tarafı yüksekçe duvarlarla çevrilmiş, tabanına alelusül bir beton dökülmüş arsalar. Duvarların biri biraz daha yüksek ve beyaza boyanmış... işte size beyaz perde. Bir yandan filmi izlerdiniz, bir yandan da gökyüzündeki yıldızları.
Çiğdem çekirdeğin kavrularak eğlencelik çerez olarak değerlendirilmesine de yeni yeni başlanmıştı kentlerde. Yazlık sinemaya giden herkes mutlaka çiğdem çekirdek alır, tahta sandalyesine oturup (Bazı kıçı kıymetli seyirciler, ellerinde küçük minderleriyle gelirlerdi.) filmi izlerken bir yandan da çekirdek çitlerdi. Kabukların yere atılmasında bir mahsur yoktu, ertesi sabah görevli, çalı süpürgeyle ortalığı süpürüverirdi. Tabi bu arada çuval çuval çiğdem kabuğu biriktiğini söylememe gerek yok sanırım. Bir de şunu dinleyin benden: Sinemada istisnasız yüzlerce seyircinin çiğdem çitlemesiyle oluşan ses, süperdi. Bu sesi en net biçimde ne zaman anlayabilirdiniz, biliyor musunuz? Filmdeki konuşmaların ve müziğin kesildiği sessizlik anlarında. Yüzlerce kişinin oluşturduğu çıtırtının ne kadar güçlü olduğunu ve ortalığı nasıl kapladığını duyardınız. Çiğdem çekirdekleriyle savaşıyor gibi, daha doğrusu birbirleriyle onları tüketmede yarışıyor gibiydi insanlar. Ama eyleme herkes katıldığı için kimse bundan rahatsız olmazdı.
Anlatmaya çalıştığım zamanlarda Kızılçullu’da (Ama artık Şirinyer olmuştu galiba.) üç tanesi yalnızca yazın çalışan İpek, Altınordu, Uğur, Hayâl, Huzur ve ismini hatırlayamadığım bir diğeri olmak üzere toplam altı sinema vardı. İşte yaz akşamları bu sinemaların önleri çoğu çocuk, çiğdem çekirdek satan satıcılarla dolup taşardı. Hepsi müşteri kapmak için bağırır dururlardı. “Buyur teyze, çıtır çıtır!” “Taze çiğdem, yeni kavrulmuş!” “Az tuzlusu da var yenge, buyur benden al!” Bazı satıcılar, “Ayçiçeği” diye bağırırdı. “Haydi çiğdeme geeel! Çuvalı yirmbeşşş!” Çuval dediği, çay bardağı. Ölçü birimi, çay bardağı idi. Kâğıt külâhlar önceden hazırlanır, tabladaki özel yere iç içe konurdu. Müşteri gelince külâhı bir eline, çay bardağını da diğer eline alırdı satıcı. Kaç çuval(!) istenmişse bardak doldurulur doldurulur külâha boşaltılırdı. Müşteriler çoğunlukla iki çuval alır ve karşılığında elli kuruş verirlerdi.
O satıcılardan biri de bendim. Ama ben diğerlerinden farklı bağırıyordum. Mutfaktaki rafta öyle bir çay bardağı bulmuştum ki kesinlikle normal çay bardaklarının yarı büyüklüğündeydi. Benim açımdan müthiş bir şeydi bu. Annemden istedim, verdi. Ve ben, “Haydi ablacığım, bende iki çuvalı yirmbeşşş! İki çuvalı yirmbeşşş!” diye bağırmağa başladım. Bilmem ki bu açıkgözlülüğüm (aslında üçkâğıtçılığım) satışlarımda bir artış sağladı mı? Ama gece rüyalarıma giren bir kazanma hırsının bütün benliğimi kapladığını iyi hatırlıyorum. Akşamları sinema önleri yetmiyordu, kursa ve işe gitmediğim günlerde gündüz vaktinde de istasyon önüne, kahve önlerine falan gidip satışlara devam ediyordum. Su membaının Buca yolu tarafındaki duvara oturuyordum. Çitlembik ağaçlarının gölgesinde, gelip gidenlere çiğdem satmağa çalışıyordum. Su membaının dört bir tarafı duvarlarla, tel örgülerle kapatılmıştı, insanların girmesi ve hayvan sokulması yasaktı. Buca ve Şirinyer’in şehir suyu oradan çıkartılıyordu çünkü. Biz çocuklar, oraya belki de bizim girmemizi engelleyen bir bekçisi olduğu için, “Su Bekçisi” diyorduk. Koca saha, insan ayağı basmaya basmaya balta girmemiş ormanlara dönmüştü. İçinde türlü türlü bitkiler ve yaban hayvanları hayatlarını sürdürmekteydiler. O bölgenin batı kıyısında baba bir kaynak vardı. Suyu buz gibiydi. İçinde balıklar yüzerdi. Ve çocuklar yüzerdi. Doğru hatırlıyorsam adı Vezirağa Suyu idi. Sonraları o alana Şirinyer Pazaryeri kuruldu. Kaynağın ağzı da betonlarla kapatılıp suyu büzlerle kanalizasyona bağlandı.
Günler hızla geçiyordu, yaz tatilinin sonu ufukta görünmeye başlamıştı. Toptancımla ahbaplığı ilerletmiştik. Bana çiğdemin yanında sakız da satmamı önerdi. Nasıl olsa boynuma astığım koca bir tablam vardı ve nasıl olsa insanların arasında dolaşıp duruyordum. Olabilirdi. Sermayem de büyümüştü zaten. Hesabını kitabını yaptı ve tanesini kaça satacağımı da söyleyerek bana üç değişik markadan birer kutu sakız verdi. İkisinin markalarını iyi hatırlıyorum: Mabel ve Vazoka. Diğeri ise ya Spremint veya Sipermint gibi bir şeydi. Bu iş de tutmuştu. Koca bir patron olmuştum.
Babam, her zamanki gibi yakışıklıydı. Gecesini gündüzüne katıp nafaka peşinde koşarken bir yandan da erkek kardeşimin ve benim Allah’a inanan, vatanı seven ve hayatı tanıyan birer insan olarak yetişmemiz için çabalıyordu. Zaman zaman gelip Kur’an kursundaki durumumu, baharatçıdaki çıraklığımın nasıl gittiğini soruşturuyordu. Bizi namaza teşvik ediyor, İslâmî terbiyeyle yetişmiş birer birey olmamız için çırpınıyordu. Yakışıklı olduğu kadar da iyi bir insan, iyi bir Müslüman, iyi bir baba idi.
Bir gün Rüstem Amca, toptancımın adı Rüstem idi, bana yeni bir teklifte bulundu. Raftan cicili bicili, jelatinle kaplı koca bir karton kutu aldı eline. “Bak,” dedi, “buna -şans talih kader kısmet- derler. İçi hediyelerle, ikramiyelerle dolu. Tarak var, anahtarlık var, düdük var, bloknot var, çorap var... daha neler. Müşteri sana beş kuruş verecek tırnağıyla şu kartondaki üstü kapalı yuvarlaklardan seçtiği birini kazıyacak. Kazıdığı yuvarlaktaki numaranın hangi hediye olduğu şu listede yazılı, oradan bakıp vereceksin. Boş yok, G harfi çıktı mı şu gofretlerden bir tane vereceksin. Bu gofretlerden bol miktarda var kutuda, sonunda birkaç tane de sana kalacaktır. Çiğdemin ve sakızın yanında bunu da satarsın, istersen. Benden dört liraya alacaksın, hepsi satıldığında yedi lira kazanacaksın. Üç lira kârın olacak. Ne dersin?” Ne denir? Eğlenceli bir iş. Para kazanmak bir kenara, eğlenceli de. Ama beni eğlencesinden çok bana sağlayacağı ek gelir çekti. Demek ki insan fıtratında var; o anılarımdaki kazanma hırsımı diğer her şeyden çok hatırlayabiliyorum. Çiğdem, sakız ve bir de bu... Aldım. Akşam, işten döndüğünde babama da gösterdim. Kafası bazı başka şeylerle meşguldü belki, pek ilgilenmedi. Beni dikkatlice dinlemedi. Yeni sermayemi eline alıp bakmadı bile.
Ve babam, herkesin kabulüyle, gerçekten yakışıklı bir adamdı. Fakirdi ama giyimine çok dikkat ederdi. Derli toplu, tertemiz ve ütülü giyinirdi. Giysilerine çok itina gösterir, onları çok iyi korur ve yıllarca giyerdi. Zaten durmadan yenisini alacak parası yoktu. Ve inancı gereği, israfın haram olduğunu bilen, yaşantısında buna dikkat edenlerdendi.
Kendi kendime, “Keşke kursa ve baharatçıya gitmesem, gün boyu sokak sokak gezer bunları satardım.” demeye başladım. Öyle ya koskoca bir tüccar olmuştum. Kursa gitmediğim günlerde sabah erkenden tablamı asıyordum boynuma, tabana kuvvet. Çarşıyı, sokakları dolaşıp duruyordum ve tabi yeri göğü inletecek şekilde bağırıyordum: “Şans talih kader kısmet!!! Şansını kaderini beş kuruşa dene!” “Boş yok! Haydi şansını kaderini beş kuruşa deneeee!” Çok müşteri buluyordum. O günün çocukları, bugününkilerin bildiği şeylerin hiçbirini bilmiyorlardı ki. Böylesi bir gariban eğlencesi onlara çok çekici geliyordu. Bir de az bedel karşılığında çok kazanma eğilimi. Bazısının cebinde hazır para bulunuyordu. Bazıları ise hemen eve koşup annelerinden beş on kuruş koparmaya çalışıyorlardı. Çoğuna boş çıkıyordu, yani G harfi. Memnuniyetle küçük gofretlerden bir tane veriyordum. Büyük ikramiyelerden biri çıkmadı diye de seviniyordum. İşler iyi gidiyordu. Hem para kazanıyor hem de eğleniyordum. Bu arada benim içimde de kazıma tutkusu vardı, o heyecanı yaşamayı ben de çok istiyordum. Bir yuvarlak seçip kazısam acaba bana da boş mu çıkardı? Ama engelliyordum kendimi. Şans ya bu, bir tane kazırım, tutar en büyük, en cazibeli hediye çıkıverir... sonra kalanları kimse kazımak istemez, malım elimde kalır... O zevki hiç tatmadım biliyor musunuz?
Bu sabah da erkenden hazırlandım. Kahvaltımı yaptıktan hemen sonra düşecektim yollara. Ve zaten son şans talih kader kısmet’i satıyordum. Okulların açılmasına az bir süre kalmıştı. Tüccarlığa vedaya hazırlanıyordum. Kur’an kursu ve baharatçı çıraklığı sona ermişti. Babam kahvaltısını yapıp çoktan gitmişti işe. Annem şimdi de benim kahvaltımı veriyordu. Bardağıma çay doldururken “Çayınız demli mi açık mı olsun patron bey?” diye takıldı bana. Sesinden gurur ve mutluluk akıyordu. O iki şeyin birden beni de sarıverdiğini hissettim. Neden olmasındı ki, evet ben de kendi çapımda bir patrondum. Evde ikinci bir aile reisi ya da aile reisinin baş yardımcısı gibi düşündüm kendimi. Gözümde babamın saygınlığı bir kat daha arttı. Baba, bir eve ne kadar yakışıyordu ve babaya da aile reisliği ne kadar yakışıyordu. Kapıda annem uğurladı beni. Mevsim güze dönmeğe başladığından olsa gerek, dışarı çıkınca bir serinlik vurdu yüzüme. Hiç utanmadım, hemen oracıkta bağırmağa başladım: “Haydi şans talih kader kısmeeet! Şansını kaderini beş kuruşa deneee!”
Akşamdan plânımı yapmıştım, bugün biraz farklı mahalleleri, sokakları dolaşacaktım. NATO garnizonu olarak kullanılan eski Köy Enstitüsü alanının güney tarafındaki sokaklarda gezecektim. Yabancısı değildim oraların. Biraz daha ilerde çaya yakın bir yerde anneannemin bağı ve evi bulunuyordu. Her yer bağ bahçe idi. Dayım sapanını eline alır, hiç de uzaklara gitmeden bir iki saatın içinde altı yedi tane kuş avlardı. Biraz ilerideki hipodrom çevresine ta İzmir’den piknikçiler gelirlerdi. Demiryolunun kenarında çok geniş olmayan bir sulama kanalı vardı. Demiryolunun istasyona yakın bir yerindeki üç çınar ağacı, Kızılçullu’nun (Şirinyer, diyelim artık.) her yerinden görülebilecek büyüklükteydi. Ne zaman başınızı kaldırıp o ağaçlara baksanız üzerlerinde binlerce kuşun bulunduğunu görürdünüz. Güzelim bağları, meyve bahçelerini, zeytinlikleri bozarak o verimli arazi üzerine tek tük yapılan evlerle yerleşimin yeni yeni başladığı bu tenha bölgeye gelmem aslında hata idi. İnsanlar yok denecek kadar azdı. Ama ne bileyim, bir değişiklik istemişti canım herhalde. Yürüdüm. Orhan Bakkal’ın oradan aşağıya, istasyona doğru. Sonra sol tarafa sokaklara daldım. Sokaklarda gerçekten de az sayıda çocuk vardı fakat ben yine de onların ilgisini çekiyordum. Bu da beni aşka getiriyordu. “Haydi şans talih kader kısmeeet! Şansını kaderini beş kuruşa deneee!” Satışlar oluyordu. Cebimde paralar şıngırdamaya başlamıştı. Sakız alanlar da oluyordu.
Sokak, başka bir sokakla kesişti biraz ileride. Kuzeye doğru döndüm. Yeni açılmış bir sokaktı burası. Zemin stabilize idi ve bazıları inşaat halinde, gecekonduyu andıran üç beş ev vardı. İlerideki bir zeytin ağacının dibinde üç tane keçi yatıyordu. Tavuklar serbestçe etrafa yayılmışlardı. İlerdeki evlerin arasına bir köy fırını yapılmıştı, yanında da -üff- dağlar gibi kuru ağaç dalları yığılmıştı. Fakat bu kadar az eve karşın ortalıkta bir sürü çocuk vardı. Kıyafetleri bana biraz değişik gelen bu çocuklar çok bakımsız, pejmürde görünümlüydüler. Bağırış çağırış birbirleriyle oynuyorlardı. Bazılarının konuşmalarını anlayamıyordum. Onları görür görmez bağırdım: “Şans talih kader kısmet! Şansını kaderini beş kuruşa deneee!” Oyunlarını bırakıp başıma toplandılar.
Bir tanesi “Bunları satıyor musun?” diye sordu. Bir diğeri, “Kaç para?” dedi. Bazıları uzanıp elimdeki şeylere dokunma eğilimi gösterdi. Ben bir adım geri çekildim ve neler sattığım, neyin ne olduğu ve fiyatlar konusunda bilgi verdim. Kendi aralarında konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Belli ki ilgi duyuyorlardı ama alışveriş olmuyordu. Nedenini anladım tabi, paraları yoktu. İsteseler, annelerinin para vermeyeceğini de biliyorlardı. Öyle olduğunu ben de biliyordum, artık tecrübeler edinmiştim çünkü. Ekmek çıkmayacaktı burada bana. Fakat yine de mallarıma ellemeye teşebbüs edenler oluyordu. En iyisi, pılıyı pırtıyı toplayıp oradan uzaklaşmaktı. Tam bunu düşünürken içlerinden biri cebinden bir beş kuruş çıkardı ve bana uzattı. Hiçbir söz söylemedi. Küçüktü, henüz okula başlamamış olabilirdi. Diğerleri o an tamamen sessiz ve hareketsiz kaldılar. Aldım parayı ve üzerinde kazınacak yuvarlakların bulunduğu kartonu uzattım kendisine. Sessizlik daha da yoğunlaşmıştı. Ben de hiçbir şey konuşmadım. Yerden bir çöp alıp verdim kendisine, kazıması için. Kazıdı.
G harfi çıkmıştı şansına. Yani boş. Başını kaldırmadı. Hiçbir yere, hiçbir şeye bakmadı ve hiçbir şey söylemedi. O an öylece durdu kaldı. Her G harfi çıkışında sevinip bayram eden ben, nedense bu kez bir üzüntü duymuştum. Belki bu kadar çocuğun içinde bana para kazandırma fedâkârlığını gösteren biricik çocuğun diğerlerinin önünde mahcup olmamasını istediğimdendir. Aksine, onların önünde ödüllendirilmeliydi. Belki de çocuğu yoksul bulduğumdandır, bilmiyorum. Yoksul bir çocuğun elindeki tek beş kuruşunu çalmışım gibi hissetmiştim kendimi çünkü. O an bir tüccar kimliği değil bir insan kimliği vardı ruhumda. Keşke büyük bir ikramiye çıksaydı, dedim içimden. Ya da ben buna bir şans daha versem ne olurdu ki... Öyle de yaptım. Sanki bir suçluluk psikolojisi içinde mahzun, mahcup gözlerle çevresindekilere ve bana bakmaya başlayan çocuğa, teselli gofretini verdikten sonra bir yuvarlak daha kazımasını söyledim. Kazıdı ama yine G çıktı. Diğer çocuklar kendi aralarında bir şeyler konuştular. Konuşulanların bazılarını anlamıyordum, ya çok değişik bir şiveyle konuşuyorlardı ya da Türkçe konuşmuyorlardı.
“Şansın yokmuş, abicim.” dedim ve geriye dönüp geldiğim yöne yürümeye başladım. Bir sıkıntı kaplamıştı içimi. Sokaklarda dolaşmak istemiyordu canım. İstasyonun önüne gidip kaldırımın kenarına oturacaktım. Alışkanlıktan dolayı bağırmak için diyaframımı kastım, ağzımı... hayır ağzımı açamadım. Bağıramadım. “Şans talih...” Hızlı adımlarla ilerliyordum. Sanki oradan uzaklaşırsam içimdeki burukluk, ağzımdaki tatsızlık ve adını koyamadığım vicdan kıpırtılarım son bulacakmış gibi geliyordu bana.
Epeyce ilerlemiştim ki arkamdan bağrış çağrış birilerinin koştuklarını fark ettim. Önde büyük bir çocuk, ihtimal ki ortaokul son sınıfta falandır, bana bağırıyor, el kol hareketleri yaparak koşuyordu. Ardı sıra gelenler de demin muhatap olduğum çocuklardı. Bir anda ne yapmam gerektiğini bilemedim, basiretim bağlanmıştı. Hemen koşup kaçmağa başlasaydım yetişemezlerdi sanırım, arada epeyce mesafe vardı. Dondum kaldım. Geldiler. Öndeki büyük çocuk, bana sürünürcesine yaklaştı. Öfkeli bir büyük insan gibi ağzından tükürükler fışkırtarak bağırıyordu. Sözlerini küfürlerle süslüyordu. “Tamam” dedim “beni dövecek bunlar.” Şaşkın ve çaresiz, bir an öylece durdum. O çocuk, elleriyle hareket yapıyor, tehditler savuruyor ve yani istediğini yapmazsam beni döveceğini gayet anlaşılır bir biçimde ifade ediyordu. İstediği neydi? Bu ayının kardeşi veya kuzeni olduğu anlaşılan küçük müşterimden aldığım beş kuruşu iade etmem. Keşke verip kurtulsaydım. Dedim ya çok korkmuştum. Korku, basireti bağlayan şeylerin içinde en etkili olanıdır.
“Hayır.” dedim, “o benden çekiliş yaptı, şansını denedi. Bunun fiyatı...” Sözlerimi tamamlayamadım. Ayağıyla boynumda asılı tablama bir tekme attı. Sakızlar, çiğdem çekirdekler yerlere savruldu. Ardından elimdeki şans talih kader kısmet kartonuna saldırdı. Hiç mukavemet göstermedim. Cansız bir korkuluk gibiydim. Bırakıverdim karton kutuyu. Onu parçalıyorken içimde bir volkan patladı. “Allah belânı versin!” diye bağırarak üzerine atıldım karton kutuyu elinden çekip aldım. İçindeki hediyeler de yere dökülmüştü. Galiba yüzünü tırmalamak için ikinci bir hamle yaptığımda geri çekildi. İğrenç ve sadist bir gülüş vardı yüzünde. Tam tekrar bana saldıracakken müşterim olan çocuk ağlayarak araya girdi. Onun paçalarını tutmaya çalıştı. Hayvan herif bir tekme vurdu çocuğa, çocuk yere yuvarlandı. Dönüp bir tekme de bana attıktan sonra koşarak oradan uzaklaşmağa başladı. Bütün çocuklar da peşinden koşuyorlardı. Fakat küçük çocuk hariç. Bir yandan ağlıyor diğer yandan yere saçılan sakızları ve hattâ çiğdemleri toplamaya çalışıyordu. Bütün olup bitenlerin üstüne bir de bu çocuğun bu yaptığı şey, bardağı taşırdı. Gök gürledi. Şimşekler çaktı... Son nefesimi verinceye kadar süreceğini sandığım bir ağlama nöbeti gelip sardı beni.
Yere oturdum. Ağlıyordum. Hıçkıra hıçkıra. Ama ne ağlamak, gözlerimden akan yaşlarla burnumdan akan sümükler birbirine karışıyor gömleğimi ıslatıyordu. Tabi sonuçta ben de on yaşında bir çocuk olmanın verdiği hakkı kullanıyordum. İpler kopmuştu. Beynim fonksiyonlarını yitirmişti. Sıfır noktasındaydım. Hiçbir şey düşünmüyordum biliyor musunuz, hiçbir şey. Kafamın içi zifiri karanlıklarla kaplıydı. Ah birazcık küfür etmesini bilebilseydim, küfür etmeğe biraz alışkanlığım olsaydı... eminim içimdeki lâvlardan az da olsa kurtulurdum. Fakat annem bir yandan, babam bir yandan, küfürün ke’sini bile öğrenme fırsatı vermediler bana ve kardeşime. Salya sümük ağlıyordum. Küçük çocuğun ağlaya ağlaya benim mallarımı toplamaya çalışmasını görmek ise beni daha berbat bir vaziyete sokuyordu.
İlk defa konuştu: “Ağlama.” Bir an hıçkırığım durdu. Az sonra, elimin tersiyle gözlerimi silerken yine; “Ağlama.”. Ama hayır, bu ikincisini çocuk söylememişti. Arkamdan bir adam sesi, devam etti: “Ağlama yavrum, neden ağlıyorsun?” Ödüm patladı. “Eyvah beni tanıyan biri mi yoksa!” Bir anda susuverdim. Çarçabuk gözlerimi, yüzümü silerken arkaya döndüm. Sakallı bir amca. Daha doğrusu sakallı bir dede. O da yerden bir iki sakız almış, kutusuna koyuyordu. Diğer elini omuzuma koydu. Cebinden bir mendil çıkardı ve yüzümü silmeye başladı. Yine dondum kaldım. Küçük çocuktan medet umacaktım, benim yerime olanı biteni o anlatıversin diye ama çocuk bu adamı görür görmez hızla uzaklaştı. İş başa düşmüştü, olanı biteni ara ara boğazıma takılan hıçkırıklar eşliğinde anlattım. Hıçkırıklardan kurtulamıyordum ama gözlerimden yaş akmıyordu artık. Ben de yerdeki son birkaç parça şeyi topladım. Ümitsizce çiğdemlere elliyordum ki yaşlı adam: “Onları bırak artık. Onlar toplanamaz. Olsun varsın, zaten gördüğüm kadarıyla çiğdemin çok da değilmiş.” dedi. “Gel bakalım, ben de o tarafa gidiyordum, istasyona kadar birlikte gidelim. İstersen, seni evine kadar da götürebilirim, ne dersin?” Hemen itiraz ettim: “Hayır amca, eve ben yalnız başıma gidebilirim.”
İstasyona kadar hem yürüdük hem konuştuk. Daha doğrusu çoğunlukla beni konuşturdu dede. O yalnızca ailemi sordu. Babamı, annemi. Babamın namaz kılıp kılmadığını, içki içip içmediğini, kumar oynayıp oynamadığını. Ailemi, okulumu, çıraklığımı, Kur’an kursunu, anlattım da anlattım. Kelimenin anlamıyla mükemmel bir rehabilite ustasıydı. Resmen sakinleşmiştim. Hattâ içimde pek az bir acı kalmıştı. Ah ne olurdu, on dakika önce gelip yetişebilseydi olay mahalline! İstasyona vardığımızda, “Şimdi gel bakalım, şu bankta beş dakika oturalım. Sonra sen yoluna, ben yoluma. Seninle konuşmak istediğim bir iki şey var.
Banka oturduk. Önce birlikte hesap yapmamızı istedi; bu olay olmasa, her şey yolunda gitseydi ben kaç para kazanacaktım? Peki bu olayın bana açtığı zarar ne kadardı? Hesapladık. Benim toplam 400 kuruş zararım olduğu görünüyordu. Cebinden bir kâğıt 5 lira çıkardı bana uzattı. “Benim cebimde, Kur’an öğrenen öğrencilere verilmek üzere her zaman bir miktar para bulunur. Ben Kur’an öğrenenleri çok seviyorum. Şu an da bunun için ayrılmış 10 lira var cebimde. Bunun yarısını sana veriyorum. Çünkü hem Kur’an öğrenen bir öğrencisin, hem de bir saldırıya, zarara uğradın. Böylece zararın kapanmış olacak. Hattâ biraz da kâr etmiş olacaksın. Gördün mü Kur’an öğrenmenin güzelliğini evlâdım?” Öyle bir yerden girmiş, beni öyle bağlamıştı ki hem paraya itiraz şansı bırakmamıştı hem de beni onore etmişti. Aldım. Yüzüm gülüyordu. Adamın gözlerinin içine içine bakıyordum. İçimden, “Dedeciğim!” diyerek sarılıp yanaklarını öpmek geldi. Ama yapmadım.
Biraz daha konuştuktan sonra, elini omuzuma koyarak şunları söyledi:
“Evlâdım, çiğdem satman, sakız satman çok güzel. Hem tembel tembel durmuyor hem de hayatı, ticareti öğreniyorsun. Ama şu şans talih kader kısmet denilen şey çok kötü bir şey. Adını da öyle kötü koymuşlar ki, insan, masum, iyi bir halt zannediyor. Çocukları zehirliyorlar. Hayret ediyorum, baban nasıl oldu da bunun farkına varmadı ve seni engellemedi. Çünkü anlattıklarına bakılırsa baban, dindar ve iyi bir insan. Çocukları yanlış yola giren her Müslüman anne baba bundan şiddetli bir acı duyar. Yavrucuğum, böyle şans oyunlarına dinimiz izin vermiyor. Bunlar bir çeşit kumardır. Kumar haram, ticaret yapmak helâldir. Ticaret güzeldir ama alan aldığı şeyi, satan sattığı şeyi görerek gerçekleştirirler alışverişi. Oysa burada, alan için de satan için de haksız kazanç söz konusu. Boş çıkınca o üzülüyor, önemli bir hediye çıkınca sen üzülüyorsun. Alıcı da satıcı da ikiniz de birbirinizi kazıklamak için çıkıyorsunuz yola. Düşün, şans talih kader kısmet paketini yeni açtın, işin başındayken bir çocuk geldi ve hep önemli hediyeleri kazıyıp buldu, sen geriye kalanları satabilir misin? Zarar etmiş olmaz mısın? Tersini düşün; bir çocuğun cebinde yalnızca beş kuruşu var, geliyor, şansını denemek adı altında bir boş’u kazıyor ve o parasını kaybediyor. Ama karşılığında kendisine beş kuruş değerinde bir şey vermediğin hâlde o para senin cebine giriyor. Sanki o parayı onun cebinden çalmış gibi olmuyor musun?”
Beynimde, yüreğimde şimşekler çaktı. Yutkundum. “Ben o duyguyu bugün çok yakından tanıdım.” demek geçti aklımdan. Fakat dedenin sözünü kesmedim.
“Ben burada uzun uzun anlatıp seni yormak istemiyorum. Ama lütfen babandan rica et, sana kumarın ne olduğunu, neden yasak olduğunu anlatsın. Bugün başına gelen musibet de belki bundan dolayı gelmiştir. Allah sevdiği kullarını, kötü yola girerlerken engelleyip korur. Seni de korumuş oldu. Ardından karşına beni çıkardı. Benim cebimdeki, Kur’an öğrenen öğrencilere verilecek parayla da maddî zararını karşıladı. O zaman Allah’a teşekkür etmelisin, değil mi? Haydi evlâdım, şimdi doğru evine git. Babana benden çok selâm söyle. Ve iyi bir çocuk olmayı sürdür, derslerine de çok çalış.”
İşte tam bu anda bir adamlık yaptım. Şimdi düşünmek bile mutlu ediyor beni. Yapıştım, dedenin elini öptüm. O da iki eliyle yanaklarımı tutup gözlerimi öptü. Ayrıldık.
Eve doğru yürürken, biraz terlemiştim. Başımı kaldırıp güneşe baktım. A aa! O da çok üzgün görünüyordu. Rengi sapsarıydı. Ağladı ağlayacak! İnanın bana abartmıyorum. Ben Kızılçullu’muzun güneşini hiç böyle görmemiştim. Bana mı üzülmüştü acaba, yoksa Şirinyer’in güneşi olmak mı onu mutsuz etmişti? Yine de bana gülümsedi ve göz kırptı.
Eve vardım. Anneme tebessüm ederek girdim içeriye. Yemek hazırlamakla meşguldü Allah’tan, hiçbir şeyin farkına varmadı. Zaten ben pek ortalıkta görünmedim babam işten gelene kadar.
Babam geldi. Salonda dizinin dibine oturdum. Eliyle başımı okşadı. Annem de oradaydı. Yaşadıklarımı anlatmaya başladım. İkisi de hiç beklemiyorlardı böyle bir şey. O kadar şaşırdılar ve öylesine merak ettiler ki sözlerim tamamlanıncaya kadar bir tek kelime bile çıkmadı ağızlarından. Ama olayın o amcayla ilgili kısmına geldiğimde babamın yüzü kırıştı, dudakları büzüldü. Bakışlarını benden kaçırmağa başladı. Anlatacaklarım bittiğinde ise; “Geçmiş olsun. O dede çok haklı oğlum. Ondan Allah razı olsun. Biz de bundan sonra yaptıklarımız, yapacaklarımız konusunda daha dikkatli olalım.” dedi. Kalktı, yatak odasına doğru ilerledi. Hıçkırığının sesini duydum, gözlerinden süzülen yaşı gördüm. Ağlıyordu.
Vesselâm.
R. Serdar ÖZMİLLİ