{NUTİZM VE NUTİSTLER-6}
EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!)
Sizin sayenizde ben de yeni şeyler öğreniyorum, önemli bazı bilgileri hatırlıyorum; gözümüze ufak tefek görünen bazı şeylerin ise ne kadar önemli olduklarının farkına varıyorum.
“Ziya Paşa nasıl bir adam idi?” diye sorsam, her kafadan ayrı bir ses çıkar. Doğru mu? Herkes kendi açısından bakar çünkü. Bu konuda ben de pek bir şey söyleyemem; Rahmetli, benim asker arkadaşım değildi. Bir edebiyatçıyım ya, olsa olsa onun sanatı ve edebî kişiliği hakkında konuşabilirim. Ancak, yine de kendisinden öğrendiğimiz “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” kuralıyla hareket edelim isterseniz. Ziya Paşa’nın çok güzel tesbitlerinin, özgün şiirlerinin, veciz lâflarının olduğunu da biliyorsunuzdur, değil mi? Örneğin; “İDRÂK-İ MAÂLİ BU KÜÇÜK AKLA GEREKMEZ / ZİRA BU TERAZİ BU KADAR SIKLETİ ÇEKMEZ” beyti ile gümbür gümbür anlattığı önemli gerçek, inkâr edilemez.
Yazımda, onun bu beytinden hareket etmek istiyorum. (“İdrâk”; “derk etmek, anlamak, kavramak” anlamına gelen bir kelimedir. “Maâlî” kelimesinin ise “ululuklar, şerefler, insan aklının zor yetişeceği derin fikirler” gibi karşılıkları olduğunu bilirsiniz. Burada; Allah’a ait her ululuğu, her mânâyı kavramamızın mümkün olmadığı belirtiliyor. Gerekçe olarak da akıl terazilerimizin her ağırlığı tartamayacağı gösteriliyor.) Ziya Paşa’nın bu değerlendirmesine itirazı olanınız yoktur umarım. Bazı felsefeciler itiraz etmeye kalkışıyorlar ama onlar da çarşafa dolaşmaktan başka bir sonuca varamıyorlar.
Evet, insanları yaratan da Allah’tır; onlara akıl terazilerini takan da Allah’tır. Herkese farklı kapasitede akıl verilmiş olduğu ise gün gibi âşikârdır. Tabi, kapasitesi en yüksek terazinin bile bir sınırı olduğunu da kabul etmeliyiz! Hattâ hattâ; Allah’ın en özel yarattığı, özeller özeli yarattığı, Elçi’si olarak yarattığı Peygamberimiz için de bu durum geçerlidir. Resulullah ve Cebrâil arasındaki şu mânidar söyleşiyi, yapacağım bir alıntıyla hatırlayalım:
{Yüce Allah, son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’den bile kıyametin bilgisini gizlemiştir. Hz. Peygamber, bir cemaat huzurunda, Cebrail (a.s.) tarafından kendisine sorulan, "İman nedir?" "İslâm nedir?" "İhsan nedir?" sorularına cevap vermiş, "Kıyamet ne zamandır?" sorusuna ise, "Bu konuda soru sorulanın sorandan fazla bilgisi yok." diye karşılık vermiştir. Bu hadis, "Cibril Hadisi" diye bilinir.} Hadis, Ziya Paşa’nın sözüyle ne güzel örtüşüyor. Feraset, basiret, malumât, hep Allah’ın izni ve takdiriyle kesbedilebilir; akıl ise kendi önünü dahi aydınlatmaktan âciz bir el feneri gibidir. İdrâki sınırlı bir terazidir.
Allah’ın her emrinin, her yasağının İLLET’i ayrı, SEBEB’i ayrı, HİKMET’i (hikmetleri) ayrıdır. Sebebe, illete, hikmete her terazi, kendi kapasitesi ölçüsünde muttali olur. Müslümansak, akıllıysak; mânâsını kavrayamıyor, hikmet(ler)ini çözemiyor olsak da Allah’ın ve Elçisi’nin buyruklarını önce peşin peşin kabul etmek zorundayız. Gerçek iman ve teslimiyet budur. Hiç şüpheniz olmasın; biz kavrayamasak da her emirde, her yasakta, her buyrukta nice hikmetler saklıdır. Yani biz müslümanlar, “Aklım almıyor, aklımın almadığı şeye inanmam, aklımın kabul etmediği emir ve yasaklara uymam.” deyip itiraz etme lüksüne sahip değiliz. Kabul edenler?.. Kabul etmeyenler?.. Kabul edilmiştir! Tabi bu arada “kabul etme”nin, “mü’min olma”nın şe’ni; kabul ettiğin şeyleri paket hâlinde, eksiksiz kabul etmek ve hayata geçirmeye çalışmaktır. “Aa, ben pantolonu alırım, kravatı almam; gömleği alırım, ceketi almam. Atleti alırım ama giymem...” gibi bir tutum, insanı yine küfre götürür. Maalesef günümüzde ortalık bu tip müslüman(!)lardan geçilmiyor!
Şimdi başlayabiliriz artık. Nereden başlayalım?
Şu “Suyunuza bir sinek düşse...” diye başlayan hadisi ilk duyduğumda üniversite talebesiydim. Şaşırmış kalmıştım, bir türlü aklım almıyordu. “Belki,” dedim kendi kendime, “sahih değil de mevzu hadistir.” Fakat sahih hadis ise aynen kabullenmem ve amel etmem şart idi. Öyle ya müslüman olduğumu söylüyor ve Allah’ın Elçisi’ne iman ediyorum... İtiraz da etmedim, sustum bekledim. Birkaç yıl sonra (şimdi tam olarak hatırlayamıyorum,) ya Zafer ya da Sızıntı dergisinde konuyla ilgili bilimsel bir yazı okudum. İşte o zaman dank etti, “Elhamdulillah.” dedim. Tökezlemiş aklıma da şöyle dönüp ters ters baktım. Küçük aklımın ermeyeceği öyle yüce hakikatler ve ince hikmetler var ki!
İdrar sıçramasından sakınmamanın kabir azâbına neden olduğuna işaret eden hadis, Buhârî ve İbn Mâce’den rivayet edilmektedir, yani sağlam hadislerdendir. Akıllı müslümanlar tarafından enine boyuna incelenince hikmetlerinin farkına varılacaktır. Bir müslüman, böyle bir incelemeye girişmeden peşin peşin, hattâ hikmetleri aklına yatmıyor olsa da hadisi kabullenmekle ve o doğrultuda hareket etmekle yükümlüdür. Müslümanım, diyorsa! Ama gelin görün ki günümüzde “din adamı, din otoritesi” gibi görülen bâzı nâdânlar bu hadisle dalga geçmekte, varlığını inkâr etmektedir. Ve maalesef kendilerini dinleyen kitleleri de raydan çıkarmaktadırlar.
Uzatmayayım. Hemen her konuda olumsuz örnekler çok fazla maalesef. Ben, bunlardan birine temas edeceğim; yazıyı kaleme almamın asıl sebebi de budur: KADIN, NE OLUR, NE OLAMAZ?
Dinimize görekadının imam olamayacağını, kadı (hâkim) olamayacağını hemen her müslüman bilmektedir. İki kadın şâhidin bir şâhid sayılacağını da. Fakat bunlarla bitmiyor; kadının görevlendirilemeyeceği daha başka alanlar da var. Bakın aşağıdaki bölüm, kadının görev yapamayacağı bir alanı daha gözler önüne sermektedir:
Ebû Bekre’den(radıyallahu anh) öğrendiğim aşağıdaki hadis-i şerif, kadınların fıtratlarına derc edilen cevherin, onları gerçekten de özel kategoride ele almamızı gerektirdiğini, onların yerlerinin özel tutulması gerektiğini gösteriyor:
Ebû Bekre, Tâiflidir. Annesi ve babası köle olduğu için o da köle sayılıyordu. Müslümanlar Tâif’i kuşattıkları zaman Peygamber Efendimiz, “Gelip müslümanlara katılan hürler serbest, köleler hür olacak.” diye ilân etti. Ebû Bekre, Tâif Kalesi’nden aşağı, ‘bekre’ denen bir kuyu çıkrığı ile inerek gelen 23 köleden biriydi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ona “Ebû Bekre” diye iltifat etti. O günden sonra hep bu künye ile anıldı. Ebû Bekre çok ibadet etmesiyle tanınan bir sahabî idi. Rivayet ettiği aşağıdaki hadîs-i şerîfi hayatı boyunca bizzat tatbik etti. Bu sebeple de (Sıffin de dâhil) ashâb-ı kirâm arasında çıkan anlaşmazlıkların hiçbirine katılmadı. Hattâ onun “Bir müslüman kılıcını çekip beni öldürmeye kalksa, ona engel olmam.” dediği nakledilir. Kendisinden 132 hadis rivayet edilmiştir.
{{Ebû Bekre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitmiş olduğum bir kelimenin Cemel Vak'ası sırasında Allah'ın izni ile faydasını gördüm. Şöyle ki bir ara, neredeyse ashâb-ı Cemel'e katılarak onların yanında yer alıp savaşmaya karar vermiştim. Hemen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, ‘İranlıların başına Kisrâ'nın kızı kraliçe oldu.’ diye haber geldiği zaman söylemiş olduğu sözü hatırladım ve onlara katılmaktan vazgeçtim (köşeme çekilip tarafsız kaldım). O zaman Efendimiz: 'İşlerini kadına teslim eden bir kavim felâh bulmayacaktır.' demiş idi."[Buhârî, Tirmizî, Nesâî.]}}
Allah’tan sonra imanın ikinci şartı olarak inandığımız Peygamber Efendimiz bir söz söylemişse, o söz üzerine başka söz olur mu? (Hadisin sahih olduğunu da kaynaklarından görüp duruyoruz.) Bize bu bilgi öğretilmişken bit kadar aklımızı devreye sokmaya, te’viller üretmeye ve aksi yolda amel etmeye ne denir? 'İşlerini kadına teslim eden...’ sözünün kapsamını elbette biliyor ve diğer özel durumları saklı tutuyorum tabi. Toparlayayım:
BİR KADIN, CUMHURBAŞKANI ADAYI OLSA, BAŞBAKAN ADAYI OLSA, BELEDİYE BAŞKANI VEYA BENZERİ BİR BAŞKAN ADAYI OLSA, ONA EVET OYU VEREMEM. CANAN KAFTANCIOĞLU BİLE OLSA, IŞILAY SAYGIN BİLE OLSA, ÖZLEM ÇERÇİCİOĞLU BİLE OLSA, FATMA ŞAHİN OLSA, İMREN AYKUT, TANSU ÇİLLER, ANGELA MERKEL BİLE OLSA... VE DEĞİL AKŞENER HANIM, RAHMETLİ ANAM BİLE OLSA BU KADIN, KENDİSİNE EVET OYU VEREMEM. Konunun mantığını döküp saçacak değilim. Mantığından bana ne; mâdem din öğretisinde bu budur, uygular, geçer giderim! Yanlış anlaşılmasın; düşüncem, bütün siyasî oluşumlar ve uygulamalar için geçerlidir. Ve zaten, hemen hepsi aynı yanlışı yapmaktadırlar.
“Ama...” demeyiniz lütfen. Çünkü cevabım hazır: “Aynı ama’lardan ben de en az sizin kadar mazlum ve mağdurum ama... ama’ların hatırı için dinimin öğretisini çiğneyemem. Hazret-i Ebû Bekre gibi yapar, köşeme çekilirim.” “Ama”sı olanlar birbirleriyle kapışsın, yarışsınlar, isterlerse savaşsınlar; sonucu hazırlayacak olan Allah değil midir zaten! Vesselâm.
BİT KADAR AKLA GÜVENEREK VE ONUN UYDURDUĞU ÜFTEN PÜFTEN GEREKÇELERLE NÂSIN, İSLÂMÎ ÖLÇÜ VE BUYRUKLARIN DIŞINA ÇIKILMASINA hayır.
R. Serdar Özmilli