Ben, 1969’dan bu yana, yani kendimi bildim bileli, Bediüzzaman’ın “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti!” ilkesiyle yetişmiş birisiyim. Hayatım boyunca yaşadığım tecrübeler de daima bu düsturun doğruluğunu kanıtlamıştır.
Yaşım yetmiş. Aslâ siyasetle yatıp kalkmadım ama oy vermeyi de omuzlarımdaki bir sorumluluk olarak gördüm hep. Seçme hakkımı kazandığımdan beri bu hakkımı kullanmadığım genel seçim olmadı. Önümüzdeki seçime sağ çıkıp çıkamayacağımı Allah biliyor. Ama ben, önümüzdeki seçimde oy kullanıp kullanmayacağımı bilemiyorum. Belki kullanmam. Siyasete, at gözlüğü takarak bakan o malûm kitlenin dışındaki seçmenlerden biriyim ben de zaten.
Gençlik, olgunluk yaşlarımda; siyaset ortamının bir çıfıt çarşısı olduğunu bildiğim halde ve her şeye rağmen oy kullanmayı bir sorumluluk olarak görüyor, güyâ yaşam felsefemi etkili kılabilmek düşüncesiyle sandık başına gidiyordum. O dönemlerde siyaset de belki biraz daha duruydu, çizgiler biraz daha netti. Ya da biz, iletişim imkânlarının daha sınırlı olmasından dolayı, siyasetin ve siyasîlerin iğrenç yanlarını, bugün gördüğümüz boyutuyla göremiyorduk. Ayrıca, vatan millet meseleleriyle ilgili kesim, lay lay lomcu umursamaz kesime göre daha kalabalık idi. Bunlara ilâve olarak; ben siyasetin doğasıyla ilgili pek çok gerçeği de yeni yeni öğrenmeye başladım. Son öğrendiklerimden birkaç satır aktarmak istiyorum: (Bu sıralar, İbn Haldun’u çalışmaktayım. Mukaddime ile ilgili olarak yapılmış bazı değerlendirmeler sunacağım.)
{{{En başındaki olaylar ve etkenler bir kenara bırakılırsa; devlet başlangıcında, müşterek hayrı gerçekleştirme göreviyle ve bu heyecanla kurulur. Din, hukuk, örf ve âdetler, toplum ve dolayısıyla devlet hayatında gerçekten etkili faktörlerdir. Ahlâkın, devlet hayatı üzerinde düzenleyici rolü vardır. Öncelikli gaye, politika değil, toplum ve dolayısıyla devlettir.}}}
{{{Toplumların yaşayışları ve ilişkileri, düz bir çizgi şeklinde değildir. Yaşama biçimleri ile örf ve âdetler de zamanla değişerek yerlerini başkalarına terk ederler veya karşıtlarına dönüşürler. Doğup gelişen devletlerin de buna bağlı olarak yaşam çizgileri inişli çıkışlı bir grafik sergiler. Çoğunlukla da gelişmelerinin en yüksek noktalarından itibaren bir çöküntü süreci yaşadıkları gözlemlenmektedir.}}}
Şunu anlıyorum: Toplum kokuşmaya başlayınca ve yani bireyler hak edince, lâyık oldukları siyasetçilerin eliyle devlet çökertilir. Aynen Semavî Söylem’in işaret ettiği gibi; toplum nasılsa öyle yönetilir ve lâyık olduğu toplumsal sonuçlarla karşılaşır.
Prof. Dr. Barbara Stowasser isimli bir hâtun, bakınız Mukaddime üzerinden konuyla ilgili neler söylüyor:
{{{İkinci aşamada yönetici, iktidarı tekeli altına almağa başlamaktadır. Mutlak bir efendi olur. İktidarın tekelleşmesini gerçekleştirmek amacı ile onunla güç paylaşanları ortadan kaldırmakta, kendisini başta desteklemiş olan doğal dayanışmayı tasfiye etmektedir. Şahsına karşı sadık olan bürokrat ve paralı askerlerin desteğini satın almaktadır. Bir grup bilgin danışmanlar da devleti hükümdarın isteğine uygun olarak muhafaza etmek üzere aracı olmaktadırlar. (İbn Haldun, bilginlerin, en kötü siyasal danışmanlar olduğuna da dikkat çekmektedir.)}}}
{{{Üçüncü aşama boyunca hükümdar, otoritesini kişisel gereksinmelerini karşılamak için kullanmaktadır. Kişisel gelirini artırma amacı ile tebaasının vergi yükünü azaltmıştır. Böylece, küçük ödemelerden büyük gelir sağlamaktadır. Kentleri güzelleştirmekte ve diğer kamusal işleri gerçekleştirmektedir. Herkes ekonomik refahtan payını almaktadır; yeni hâkim sınıf, hattâ orta sınıfın üst tabakası bile hedef ve projelerin istekli koruyucuları hâline gelmektedir.}}}
{{{Dördüncü aşamada, lüks ve rahat, bir alışkanlık olmuştur. Yöneten ve yönetilenler bu durumun ebediyyen süreceği inancındadırlar. Şu kadar ki bu aşama içinde devlet, farkına varılmadan gerilemeğe ve çözülmeğe başlamıştır ve sefahat ile israftan oluşan beşinci aşama başlamaktadır.}}}
{{{Beşinci aşamada halk gevşek bir yaşam biçimine dönmüştür. Yönetilenlerin ümitleri zayıflamıştır, kamuoyu bezginlik içindedir, ekonomik faaliyet ve inşaat projeleri duraklama haline gelmiştir. İnsanlar uzun vadeli planlar yapamaz olmuşlardır. Fiziksel bir zayıflığa düşen tüm nüfus, çevre sorunları ile karşı karşıya bulunan büyük ve kalabalık kentlerde yaşamaktadır. Devlet çözülmeğe başlamıştır. Merkezden uzak bölgelerde yaşayan prensler, generaller, memnun olmayan soydaşlarla yabancı fatihler, belli toprak parçalarını devletin denetiminden koparmaktadırlar. Başkentte bile silahlı kuvvetlerle bürokratlar, entrikalar yolu ile hükümdarın otoritesine sahip olmağa çalışmaktadır, hükümdarın sadece makam ve sıfatını bırakmaktadırlar. Nihayet dışardan gelen genç, sağlıklı bir grubun istilâsı, devletin yaşamını sona erdirmekte ya da gerileme adım adım devam ederek devleti ‘yağı bitmiş olan bir kandilin fitili’ne benzer şekilde söndürmektedir.}}}
Yanlış anlaşılmasın; bunları, 1332’de dünyaya gelmiş olan İbn Haldun üzerinden Prof. Dr. Barbara Stowasser söylüyor. Ben, hepimiz ibret alalım diye buraya aktarıverdim. Asıl konuma döneyim:
Siyasetten anlamam. Siyaseti sevmem. Siyasete bulaşmam. Bir oyum var, verir geçerim. Fakat önümüzdeki seçimlere kadar ömrüm olursa, belki o oyu da vermekten imtina edeceğim. Edindiğim izlenimlere göre, pek çok seçmen de benim durumumdadır. Haklılar. Siyaset alanı öylesine çamur ile çiyfe ile kaplandı ki insanlar ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Adam sende’ciler, lay lay lomcu’lar cephesinde değişen bir şey yok tabi; onlar yine âhirete inanmamakta veya hesabı umursamamakta; dünyayı, her şeye rağmen bir zevk sefâ yeri olarak görmekte ve eğlenmek uğruna yeryüzü kaynaklarını aç kurtlar gibi tüketmektedirler. Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya! Fakat içinde birazcık vatan ve millet sevgisi bulunanlar, bir küçük mefkûre heyecanı duyanlar, hâliyle iyi yönetilmeyi istemektedir, bunun heyecanını yaşamaktadırlar. Gelin görün ki düşmüş oldukları denizde tutunacak güvenilir bir dal bulamamaktadırlar. Zaten siyaset dünyası genel anlamda, yalancılığını, sahtekârlığını, çıkarcılığını kanıtlamış ve insanlarda siyasete karşı bir ürküntü uyandırmıştır. Sağcılık mefkûresi gibi bir hesabı olanlar, kendilerine yakın buldukları siyasetçilerin yaşantılarını gözlemledikçe, haklarındaki şâibeleri duydukça, yaptıkları haksızlıklara şahit oldukça, onlara oy vermekten imtina eder duruma düşmüşlerdir. Sol cenahtakiler, destekledikleri siyasetçilerin savundukları değerlerden, söylemlerindeki kin ve adâvetten dolayı sayılarını artıramamakta, ümitlerini yitirmektedirler. Kuyruk acısı bulunan herkesin siyasî bir parti kurduğu ortamda, parti çokluğuyla da kafalar karışmaktadır. Sonuç olarak, önümüzdeki seçimde ne yapacağına karar veremeyen geniş bir seçmen kitlesi oluşmuştur. Al birini, vur birine, deyip tıkanmaktadırlar. Seçmenler bu tereddütlerinde haklıdırlar. Bazen çocuklarıma; “Evlâdım! İkbâl, umran, şan ve para istiyorsan siyasete bulaş. Ya siyasetçi ol ya da siyasetçilerin biyerlerine yapış. Hele iktidar olabilirsen aman Allah’ım aman! O isteklerine fazlasıyla ulaşırsın. Fakat unutma ki ikbâl de umran da şan da para da mezara girerken seni terk edeceklerdir. Mezara girme vakti de sanıldığı kadar uzak değildir. Ve haysiyet, onur, şeref, çok ama çok değerlidir.” demekteyim.
Bu, madalyonun bir yüzüdür. Fakat madalyonun diğer yüzünü görmemek, büyük hata olur.
Günümüzde, genelde yaşam felsefesi büyük değişikliklere, büyük dejenerasyona uğratıldı. İnsanların değer yargıları değişti. En başından beri insanlık adına erdem sayılan birçok keyfiyet, bugün enayilik olarak görülüyor. Herkes, uyanıklık’ın, çıkarın, köşe dönmenin ve lüks yaşamanın peşinde koşuyor. Bu hedeflere ulaştıran bütün yollar mübah görülüyor. İnsanlar, yani halk çok dejenere oldu. Ve bireyler böylesine bozulmuşken, hepsi de muktedirlerden, onların yaptıkları zulümden, haksızlıklardan, hırsızlıklardan, debdebeli yaşantılarından, beceriksizliklerinden “ah, vah” ediyor. İlginç değil mi? Dul bir kadın, fiilen bir adamla evlenmiş ama dul maaşı kesilmesin diye bu evliliği resmiyete dökmemiş; yöneticilerin çalıp çırptıklarından şikâyet ediyor. Kirada mülkü olan bir adam, vergiyi az vermek için, resmiyette, aldığı gerçek kiranın yarıdan çok daha azını bildiriyor; sonra da yöneticilerin yaptıkları hortumlamalardan söz ediyor. Totoyla yatıp ganyanla kalkan bir alkolik, yöneticilerin icraatını eleştiriyor. Yalan yere engelli raporu uyduran bir kişi, vergisiz aldığı araçla keyif çatarken, yöneticilerin lüks makam araçlarından dem vuruyor. “Gel, şurayı şu paraya çapalayıver.” dediğinizde ipe un seren ama buna karşılık kahvehane köşelerinde zar atan, burnunu kurcalayarak tembel tembel oturan adam, yöneticilerin işsizliğe çare bulmadığını söyleyerek ateş püskürüyor. İşi gücü zina olan birisi, yöneticilerin ahlâksızlıklarına küfürler yağdırıyor. Malını satarken binbir yalan söyleyen mağaza sahibi, yöneticilerin yalancı olduklarını haykırıyor. Sütüne su katan, yağını da aldıktan sonra onu tam yağlı diye tüketiciye yutturan köylü, “Memlekette adalet yok!” diye bas bas bağırıyor. Ben uzatmayayım, sizler, çevrenizdeki insanları şöyle bir gözlerinizin önünden geçirdikten sonra gerisini tamamlayıverin lütfen.
Peki, bu şikâyetleri yapan, feryatlar eden, haykıran ve oy verme kararsızlığı yaşayan seçmen, haksız mıdır? Hayır, yerden göğe kadar haklıdır. Ama böyle oldukları sürece, onların hakkı da bu yaşananlardır işte! Böyle başa böyle tıraş! “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz.” Vesselâm.