Selamların en güzeliyle, kıymetli dostlarım!
Cennette ateş yok!
Cennette ateş yok, sadece güzellikler var. Ama cennet beldelerimiz yangınlarla cehenneme dönüştürülüyor. Geçtiğimiz hafta bir vesile ile Muğla ve ilçelerindeydim. Ülkemizin en güneybatı ucunda yer alan ve mükemmel coğrafi özelliklere sahip olan bu il merkezimiz kısmen iç kısımda kalsa da, ilçeleri sahip olduğu çok güzel kıyıları, sık gür kızılçam, günlük (sığla), sedir, ardıç ormanları, mutedil iklim özellikleri, turizm ve tarım cenneti olan çok verimli topraklarıyla buralara gelen yerli ve yabancı misafirleri büyülüyordu. Ancak Marmaris, Köyceğiz çevresi, Yatağan Termik Santrali çevresi ve Bodrum sahillerinde temmuz ayı ortalarında çıkan ve uzun süre söndürülemeyen yangınlarda yanan güzel yurt köşelerimizi görünce çok, ama çok üzüldüm.
Ne olur, ısrarla ağaç dikmeye devam edelim, gelecek kuşaklara temiz ve yeşil bir cennet bırakalım. Geçmiş dönemlerde Denizli ve çevresinde çok sayıda ağaç dikme etkinlikleri düzenledim, düzenleyenlere ve öğrencilerime bu konuda katkı verdim. Hani meşhur bir sözümüz var “ORMANI BEKÇİ DEĞİL SEVGİ KORUR!”. Cennette ateş yok! Ne olur cennet yurdumuzu yakarak cehenneme çevirmeyelim!
Şehirlerin Ruhu
Günümüzden yüz yıl kadar önce dünyada ve ülkemizde yaşayan insan sayısı oldukça azdı; bu nüfusun da %82’si mezra, kom, oba, divan, yayla, mahalle, köy ve kasaba gibi kırsal yerleşmelerde göçebe (nomad) çoban veya çiftçi olarak yaşıyordu, geri kalan %18’i ise şehirlerde yaşayan gelişmiş sosyo-ekonomik düzeyi olan nüfustu. Bu süreç içinde meydana gelen hızlı sanayileşme, turizmin doğuşu kültürel ve teknolojik etkileşim sonucunda jeopolitik önemi ve özel konumu çok önemli olan merkezler birer çekim merkezine hâline dönüşerek dünya üzerinde demografik yani nüfus hareketlerine göç dalgalarına sebep oldu. Bir taraftan dünya nüfusu da hızla artarken bir taraftan da birer çekim (cazibe) merkezlerine dönüşen şehirler başta fakir kırsal nüfusu kendine çekti.
O güne kadar gerek İslam dünyası ve gerekse batı ülkelerinde şehirlerin âdeta birer ruhu vardı. Şehirler genellikle kıyılarda ve iç kısımlarda verimli tarım topraklarını işgal etmeyecek şekilde, kıyının biraz gerisinde ve dağların ovalarla birleştiği etek kısımlarında kuruluyordu. Dağlık alanlardaki ormanların tahribi önlendiği gibi, tarım toprakları da korunmuş oluyordu. Konutlar genellikle az katlı ve müstakil olarak inşa ediliyor ve kimse kimsenin deniz ve yeşillik manzarasına engel olmayacak şekilde konumlandırılıyordu. Batı ve doğu şehirlerinde merkezde büyük mabetler ve çarşılar, onların yakınlarında arasta ve bedesten yani çarşılar yer alırken park ve yeşil alanlar da oluşturuluyordu. Bunun gerisinde okullar ve spor merkezleri ve konutlar sırayı takip ediyordu. Şehirlerin bu düzeni orada yaşayan kentli nüfus için âdeta müreffeh bir hayat ve medeniyet nimetlerini sunuyordu. Son 70 yıl içinde artan göç dalgası ve hızlı şehirleşme bu şehirlerde bazı anomalilere yani sorunlara yol açtı. Şehir nüfusu % 80’lere ulaşırken, kırsal nüfus % 20’lere geriledi. Kentler hızla ve düzensizce büyüyen yığma varoşlar eklenen büyük bir kasaba özelliğine doğru gerilemeye başladı. Şehirlerde sosyo-kültürel sanatsal ve eğitim alanındaki bozulmalar arttı ve âdeta kentlilik ruhu hastalandı. Aynı apartmanda üst katta yaşayan ile bir alt katta ya da yan dairede yaşayan komşular arasında komşuluk ilişkileri kurulamaz oldu. Oysa şehirler yani kentler bayındır birer yerleşim yeri olmayı sürdürmeleri gerekirdi.
Ne yazık ki kırsal alanda ve küçük kasaba ve şehirlerde daha önce sizlere anlattığım ışığı yanan evler ve güçlü dostluklar, misafirperverlikler ve imeceler, şehirlerde maalesef yavaş yavaş kaybolup yerine ruhsuz birer kadavra binaların içinde adeta yok olup tükeniyordu. Önümüzdeki yazılarımızda bu şehir ruhunun önemini ve yeniden canlandırma konularını sizlerle paylaşacağım.
TANCA AFRİKANIN KAPISI
Cebelitarık’a çok yakın bir apartmanın beşinci katında bir apartta kalıyordum. Tanca’ya gelişimin ertesi günü sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım. Ardından bir süre hazırlık yaptım ve Fransızca hocamı beklemeye başladım. O saat sekiz buçuk gibi geldi ve beni arabasıyla aldı. Arabayla güneşin pırıl pırıl aydınlattığı Tanca sokaklarında oldukça serin bir havada onun görev yaptığı Nour Koleji’ne geldik. Her gün saat 9 ile 12 arası Fransızca dersi yapacağız, diye anlaşmıştık. Bizim için hazırlanan sınıfta derse başlamadan önce nefis yeşil çaylardan birer fincan içtik. Ardından, “Dil, konuşulan yerde kullanarak öğrenilir.” diyerek geldiğim bu şehirde kursa başladık.
Üç saatlik ilk kursumuz heyecanla başladı ve çok verimli geçti. Öğle vakti olmuştu, Fransızca hocam şimdi sizi Tanca’nın en güzel yerlerini gezdireyim teklifini yaptı. Ben de zaten bu teklifi bekliyordum: “Sizin arabanın benzinini ben alayım siz beni gezdirin” dedim. O da “Hay hay!” deyip önce Tanca’nın doğusunda oldukça yüksek bir noktada yer alan Menara’da çok güzel bir manzaraya sahip bir restorana gittik. Buradan yüksekten Tanca şehrinin, Tanca Limanı ve sahilinin panoramik ve mükemmel görüntüsü yanında Cebelitarık Boğazı ve kuş uçuşu 14 km. kadar mesafede yer alan İspanya’nın güney kıyıları ve buradaki Tarifa şehri ile İngiltere toprağı olan Gibraltar gözüküyordu. İspanya, hava güneşli olduğu için çok net gözüküyordu.
Öğle yemeğinden önce âdet olduğu üzere sıcak içecekler ve aperatifler geldi. Ardından da balık ekmek söylemiştik, patates ile birlikte o da geldi. Yemeğin lezzeti bir yana, manzara âdeta beni büyülemişti. İkimiz de bir birimize çabuk ısınmıştık. Koyu bir sohbet eşliğinde yemeklerimizi yedikten sonra birer kakaolu tatlı söyledik. Daha sonra da restoranın geniş balkonundan resimler çektik. Biraz alt kısmında yer alan Menara Castle yani Minare Kale’de gezmeye başladık. Burası tarih boyunca Afrika’nın en kuzeyinde çok önemli bir güvenlik görevi gören bir kale idi. Kalenin içi açık hava müzesi şeklinde düzenlenmişti. Tarihi surların ardında silahlar ve topların da sergilendiği bölümleri birer birer gezdik. Akşam üstüne kadar burada ve yakın çevresindeki çay bahçelerinde gezindik. Doya doya Cebelitarık Boğazı’nın masmavi sularında seyreden dev transatlantikleri, tankerleri, yolcu ve yük gemilerini ve feribotları seyrettik. Menara’da yer alan bir camide namazlarımızı kıldık. Camideki parlak ve kayrak taşlar dikkatimi çekince bu taşlar nedir, dedim. O da bana kendilerinin Mâliki Mezhebi’nden olduklarını kış mevsiminde hastalanmamak için bu taşlarla teyemmüm ederek namaz kıldıklarını söyledi. Haftaya Tanca’da ve Tetuan’da beraber oluncaya dek hoşça kalın dostça kalın.
***
“Güçlü olman seni mutlu etmeyebilir ama mutlu olman seni güçlendirecektir.”
T.S.Eliot