TEKNİK SÖYLEŞİ
Biliyorsunuzdur, eskiden şâirler, dîvânların ilk sayfasına bir MÜNACAT şiiri koyarlardı. İşe, Allah’a yakararak başlarlardı. Gerçek anlamda bir münacaat yazmak için, şâirin köklü bir inanç enginliğine sahip olması gerekir. Ben, kendimi o enginliğe ulaşmış birisi olarak göremediğimden, münacat yazmak yerine bir maruzat yazabildim ancak. MARUZATımı size de arz edeyim efendim:
MARUZAT(münacat niyetine)
Soyundum aşka bu kitabı yazdım.
İlk sayfasını fakat boş bıraktım.
İsterdim güzel mısralar söylemek,
Katıymış kalbim çaresiz kaldım.
Derindir yaram bir derman ararım.
Yüreğim sızlar ve utanç duyarım.
Kapına geldim yardım et Allah’ım;
Yazamazsam bu sayfayı yanarım.
Gerçek aşk, sana duyulandır elbet.
O aşk içinde dürülüdür cennet.
Mecazlar kesti sana gelen yolu,
Gerçeğe vâsıl olamadım affet.
Derindir yaram bir derman ararım.
Yüreğim sızlar ve utanç duyarım.
Kapına geldim yardım et Allah’ım;
Yazamazsam ilk sayfayı yanarım. (R.Serdar Özmilli)
Eskiden, şiir de şiirdi, efendim.Bir kişiliği vardı şiirin. Bir edebi vardı. Bir disiplini, bir düzeni vardı. Takım elbise giyer, kravat takardı. O elbisenin içinde de bilirdiniz ki değerli bir şahsiyet bulunurdu... Şiirin cesedinden ve ruhundan, yani biçiminden ve muhtevâsından söz ettiğimi anlamışsınızdır. Konuyla ilgili bir alıntı sunayım:
{{Sözlükte şi‘r “bir şeyi inceliklerini kavrayarak bilmek, sezerek vâkıf olmak; uyumlu, ölçülü ve âhenkli söz söylemek” anlamlarında masdar; “seziş, hissediş, sezgiye dayanan bilgi; duygu ve heyecandan kaynaklanan uyumlu, ölçülü ve âhenkli söz” mânasında isimdir (Lisânü’l-ʿArab, “şʿr” md.; Kāmus Tercümesi, “şʿr” md.; el-Müncid, “şʿr” md.). Goldziher bu bağlamda şairi “tabiat üstü sihrî bir bilgiye dayanan sezişle bilen kimse” şeklinde yorumlar (Abhandlungen, I, 17). Şiir kelimesini İbrânîce şîr ile (şarkı, güfte, kaside, mûsiki, marş) ilişkili kabul edenler de vardır. Kaynağında sihrî bir mâna sezilen şiirin terim anlamı “engin his, hayal ve ilham ürünü olup sanatkârane biçimde söylenmiş vezinli-kafiyeli söz”dür (İA, XI, 530). Şiiri şiir yapan temel unsurlar his, hayal, ilham, lafız-mâna ilişkisi, vezin-kafiye, kasıt ve niyet şeklinde belirlenebilir. Şiir yazma kastı ve niyeti olmadan vezinli ve kafiyeli söylenmiş sözler şiir sayılmaz. Bu sebeple bazı âyet ve hadislerin bir kısım aruz vezinlerine uygun veya kafiyeli olarak gelmesi onların şiir sayılmasını gerektirmez. Şiirde mânalar lafızlara tâbi iken âyet ve hadislerde lafızlar mânalara tâbidir. Sözlükte “dizmek, ipe inci dizmek” anlamındaki nazm kelimesi genellikle şiir ve şiir telifi için kullanılırsa da his ve hayal boyutu olmayıp yalnız vezin ve kafiye unsurlarını taşıyan didaktik şiir türü nazım ve manzume diye anılır. Bu sebeple İbn Mâlik et-Tâî “Elfiyye” şairi değil “Elfiyye” nâzımı diye nitelendirilir. Aynı şekilde duygu boyutu bulunmakla birlikte vezin esasına dayanmayan kafiyeli metinler şiir değil edebî nesirdir. Şiirin ana malzemesinin çoğunu hayal teşkil eder, çünkü duygunun gücünü tasvir edebilmek için hayale ihtiyaç vardır. Bu sebeple bir kısım Araplar vezinli-kafiyeli olmasa da hayal içeren her söze şiir demişlerdir. Bu anlayış eski ve yeni Batı şiir anlayışı ile mantıkçıların anlayışına uygun düşmektedir. Nitekim Hassân b. Sâbit, oğlunun kendisini sokan yaban arısını tasvir ettiği ”كأنّه ملتفّ في بردي حبرة“ (Sanki o, iki parça Yemen giysisine bürünmüştü) sözüyle ilgili olarak, “Kâbe’nin sahibine yemin olsun ki bu bir şiir” demiştir (İskenderî – İnânî, s. 42).}}
Evet, ister sözlü ister yazılı olsun, şiir ile nesir farklı şeylerdir. Bazı nesir ürünleri, ifade biçimleriyle, sunumlarındaki âhek ve müzikaliteyle, secili söyleyişleriyle, şiir edâsına bürünmüş olabilirler. Hattâ bir kısım edebiyatçılar bunlara “mensur şiir” adını vermektedirler de. Fakat şiir şiirdir, nesir nesirdir. Yine ölçülü, kafiyeli bazı ürünlerin de şiir diye adlandırılmaları mümkün değildir. Ki onlara “manzûme” der geçeriz. Bir ürünün şiir olabilmesi için, biçiminin buna uygun olması, içeriğinin de buna lâyık olması gerekir. Şiir, özel, özgün bir şeydir. Bir disiplindir o; kuralları, şartları bulunması lâzım gelir. Lâzım gelirdi...
Ama maalesef bu teâmül, bu gerçekler, giderek çiğnendi. Şiirin takım elbisesi, kravatı çıkarıldı, yerine ona hırpânî çaputlar giydirildi. Ortalığı, donla, fanilayla veya yırtık pırtık elbiselerle gezen subaylar, polisler, râhipler, râhibeler doldurdu. Bu hırpânî kıyafetler, kişiliğini, asâletini de bozdu şiirin. Günümüzde şiir, ayı kulaklı maymun yavrusuna dönüştürülmüş durumdadır. Her şeyde, her konuda olduğu gibi, "Şiir ölçülü uyaklı olduğu gibi, bu yönden özgür de olur" anlayışıyla o da dejenere edildi, yozlaştırıldı, serkeşleştirildi.
Bir alıntı daha arz edeyim:
{{1940’ların başında, üç şairin kısa süreli bir mutabakatıyla başta vezin ve kafiye olmak üzere eskiye ait her şeyin ve şairaneliğin reddini içeren ve darbe etkisi uyandıran bir çıkış yapılmıştır. Bu şiir, küçük olayların alelâde bir dille anlatılmasına önem vermesiyle ve gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatmayı seçen söylemiyle şaşırtıcı ve tuhaf bulunmuştur. Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday belirtilen özellikteki şiirlerini bir araya getirdikleri ve başında bir yazıyla şiir anlayışlarını açıkladıkları ortak kitaplarına Garip adını vermişlerdir. Bu şiirin aslında şairaneyi yok etmediği, sadece değiştirdiği, yumuşak bir ironi ve hüzünle karışık yeni bir şairanelik ortaya koyduğu belirtildiği gibi (TDEA, III, 285-288; IV, 351-354) fazla şakada kalmak, şaşırtıcılığı istismar etmekle eleştirildiği de olmuştur. Buna rağmen cüretlerine bir çeşit çocuk saflığı katmayı bildikleri, edebiyatı şairane modalardan kurtardıkları, Türk şiirinin hâkim vasfı olan müzikaliteyi sarstıkları şeklinde değerlendirmeler de yapılmıştır.}}
Şiirden müzikaliteyi kaldırırsanız, onu kanatsız kuş yaparsınız. Bunu yapmayın. Yapıyorsanız, ürettiğiniz şeye şiir demeyin. Cübbe giymeyi reddediyorsanız, imamlığa soyunmayın. Şiiri beceremiyorsanız, nesir üretmeyi deneyin.
Bendeniz, ölçüyü, kafiyeyi, nazım disiplinini rafa kaldıran şiirleri, cübbesiz imamlara, donla gezen rahibelere, yırtık pırtık ve pis giysiler içindeki kurum müdürlerine benzetiyorum. İçinde bulunduğumuz asra da bütünüyle, DEJENERASYON ASRI, SERKEŞLEŞME ASRI diyorum zaten. Ve mirasçımız olan kuşaklar adına endişeler, üzüntüler duyuyorum. Endişelerimi şöyle de ifade edebilirim:
GÖLGELER
Gölgeler gölgeler ah gölgeler...
Işığın inadına gölgeler.
Küçülen insanlara karşılık
Maalesef büyüyen gölgeler.
Gölgeler gölgeler ah gölgeler...
Zaaflar adedince gölgeler.
“Bana ne”lerle büyütürüz de
Varlıkları huzuru gölgeler.
Gölgeler gölgeler ah gölgeler...
Erdemsizlik simgesi gölgeler.
Canavarlaştırdığımız nesle
Bizden kalacak miras gölgeler.
Gölgeler gölgeler ah gölgeler...
Serin değil yakıcı gölgeler.
Bir işe yaramaz bahaneler,
Cürmümüz ve cezası gölgeler.
(Esinlendiğim şu Çin atasözünü arz edeyim:
Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşmaya başlamışsa, orada güneş batıyor demektir.) (R. Serdar Özmilli)
Mİ HİÇ?
Bozuyoruz her güzel şeyi;
Cürüm cezasız kalır mı hiç?
Artık ummayın düzelmeyi;
Yıkarken îmar mümkün mü hiç?
Çok geç taktık göze gözlüğü.
Tümseğe çevirdik düzlüğü.
Çalınmışken final düdüğü,
Tekrar başlamak olur mu hiç?
Küçük dinlemiyor büyüğü.
Kan emiyor çıkar sülüğü.
Başa taç ettik her hödüğü,
Başımız dertsiz kalır mı hiç?
Dostluk kayboldu anlasana.
Herkes arkandan vurur sana.
İyisi de var belki ama
“Dostunum.” diyen vurur mu hiç? (R. Serdar Özmilli)
Vesselâm.
R. Serdar Özmilli