İnsanız; bilmediğimizi bilme, öğrenme, öğrenmek için araştırma, araştırmak için gezip görme, okuyup anlama nimeti ve çabası içerisindeyiz.
Yabancısı olduğumuz bir ortama, bir yere varınca öğrenmede ilk iş gözlemdir. Bir yandan gözlemlere devam ederken bir yandan da çevremizdeki varlıklarla iletişim kurma, ortamı onlardan tanıma, öğrenme yoluna gideriz. Bu varlık, insan olabilir, hayvan olabilir, börtü böcek olabilir; hiç fark etmez yani! Eğer diğer varlıklar arasında hemcinsimiz olan insandan bir insan varsa iletişim kurma, çevremizi, bulunduğumuz ortamı tanıma işi o hemcinsimizle iletişim ile devam eder.
Hemcinsimizle yani insan ile iletişim kurmanın ilk ve öncelikli yolu konuşmaktır. Konuşmak ise her zaman mümkün olmayabilir; bir dili konuşamıyor olabiliriz, aynı dili konuşamıyor olabiliriz. Aynı dili konuşuyor olsak bile iletişimin temel bir esası olan anlama hususunda yeterince birbirimizi anlamıyor olabiliriz. Birbirimizi anlamadığımız için de anlaşabilmemiz mümkün değildir. Nitekim Mevlâna da “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” der. Gerçekten de öyle değil mi? Hayatın hay huyu içerinde insan türlü türlü olaylarla karşı karşıya kalabilmektedir. Bazen hiç de hak etmediği durumlarla, zulümlerle karşılaşmaktadır.
Hayatımız boyunca yapıp ettiklerimiz, kendimizi ve çevremizi, kâinatı tanıma yolunda, yolculuğunda duyup düşündüklerimiz, söylem ve eylemlerimiz aslında kendimizi tanıma ve tanıtmadan ibaret değil mi? İnsan olaylar ve nesneler karşısında nasıl bir tavır takınıyorsa o aslında kendini tanımlamış, kendi özelliklerini ortaya koyarak başkalarına kendini öyle tanıtmış demektir.
Bir gül, kendisi güzelliğini, kokusunu çevresine göstermek suretiyle nasıl gül olmanın gereğini yapıyorsa bir diken için de durum bundan ibarettir. O da kendi özelliklerinin bir gereği olarak acıtıcı, incitici ve zarar verici yönü le kendini tanıtmış demektir.
İnsan bir ömür boyu yapıp edegeldiği şeyleri toplamı nedir diye sorarsanız tanınma meselesidir derim. Tanınma ama kime karşı, kim için? İnsan, önce kendisi, sonra çevresi ve daha sonra da milleti ve insanlık için çalışır, çabalar. Benciller mi dediniz? Onlar zaten her şeyin hepten kendilerinin olmasını, bütün insanların, varlıkların kendilerine hizmet etmelerini ister ve öyle davranır. Bu tavır ve davranışları da onların kendilerini tanımlamaları ve tanıtmalarıdır.
Hiç kimse başkasını kişinin kendisini tanıttığı kadar tanıtamaz. Kişinin en iyi tanıtıcısı yine kişinin kendisidir. Kişi iyi, güzel, ahlaklı, değerleri azami derecede yaşama, temsil etme özelliklerine sahipse varsın başkaları onun hakkında kötü düşünsün, onu yanlış bilsinler… Kişinin önce kendisine, ailesine, sonra çevresine, en sonra da bütün insanlığa karşı vazifelidir. Ama insan, Yüce Yaratıcısına karşı sorumludur, bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir.
Yüce Yaratıcıya karşı sorumluluklarını, vazifelerini yerine getiren, insanlara karşı da hakkı hukuku, adaleti, sosyal dayanışmayı hakkıyla icra eden kişi güzel insandır. Güzel insan olmanın vasfı, Yüce Yaratıcının “habibim” diye nitelediği “En Güzel İnsan”ın şahsında, sözlerinde ve davranışlarında somutlaşmıştır. İnsanoğlu iyi bilinmek istiyorsa o güzel hasletleri yaşamalı, söz ve fiilleriyle hayata geçirmelidir.
Özü sözü güzellik olanlar güzel görünür, güzel bilinir. Derler ki gül bahçesine giren gül kokar. Elhak doğrudur, özüyle sözüyle, bilcümle hâlleriyle gül olanlar gül olarak karşılanırlar. Elbette her insan bir değil, bazıları insan bile değil. Üstat Karakoç der “İnsandan insana şükür ki fark var!” Evet, şükür ki fark var; gülü gören içindeki güzelliği gülde görür, aklı midesine inen zavallılar ise o güzelliği yemeye kalkar. Çünkü onlar yemek fiilinden başka bir şey düşünmezler. Biraz arabesk koksa da güzel sözdür: “Koparma gülleri dalında kalsın!”
Büyük Ozan Âşık Veysel Usta ne güzel der “Güzelliğin on par’etmez/Bu bendeki aşk olmasa/Eğlenecek yer bulamaz/ Gönlümdeki köşk olmasa!” Yaşayarak gördük ki güzellikleri güzel görmeyenler, güzellikleri yaşatamıyor, onların yaşamasına asla izin vermiyorlar. Onlar da kendi fıtratlarının gereğini yapıyorlar. Bülbülün tahtına saksağan konmuş, ha babam öter de babam öter. Gül bahçelerini dikenler sarmış, bülbülün kanları aktıkça akar, bülbülün yarası kanar ha kanar. Ay çekilmiş, yıldızlar sönmüş, geceleri bürümüş karanlık, gönül dünyasında emel mumu yandıkça yanar, hayal göğünde emel yıldızı her daim parlar.
Ne kadar güzel bir hâl üzre olsan da muhatabın anladığı kadardır varlığın. Söz yine Mevlâna’da; “Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin, karşındakinin anladığı kadardır.” Kullar içinde durum böyle. Ama Yüce Mevlâ, içimizi de biliyor, dışımızı da; gizlediklerimizden de haberdar, açık ettiklerimizden de. Hayatımızın hesabını nihayetinde O’na vereceğiz, değil mi ki O razı olacak yaptıklarımızdan, O’nun razı olacağı şekilde yaşayalım, öyle hareket edelim.
Üstat Bediuzzaman da şöyle der: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Haksız mı? Hiç değil!. Allah’ın iyi bildiğini kullar kötü bilse ne olur, iyiler bundan bir şey kaybeder mi? Asla, etmez!..
Hikem-i Ataiye’de yer alan “مَاذاَ وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ Mâ zâ vecede men fekadehû ve mâzâ fekade men vecedehu-.Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?” (İbn-i Atâillah el-İskenderî, Şerhü’l-Hikemi’l-Atâiye, s. 208) hakikatli, hikmetli sözü Bediüzzaman şöyle şerh eder: “O'nu bulan her şeyi bulur. O'nu bulmayan hiçbir şey bulmaz. Bulsa da başına belâ bulur.” (Mektubat, Altıncı Mektup)
İyilikleri, güzellikleri, değerleri yaşayan ve yaşatanlar elbette kötüler ve değer bilmezler tarafından kötü bilinecek ve kötü olarak anlatılacaktır. Kötülerin hakimiyetinde iyiler ve iyilikler zarar görecektir. İyiler de kötülerin kötülükleri sebebiyle iyiliklerden, güzelliklerden, iyi davranışlardan vazgeçecek değillerdir.
Üstat Arif Nihat Asya’nın “Tanınmak” şiirini okuyunca böyle bir yazı yazma fikri bende uyandı. Şiir merhum Başbakanlardan Adnan Menderes’in trajik hayatıyla birlikte düşünülerek okunduğu takdirde daha anlamlı olur. Elbette geçmişten günümüze başka güzelliklerin tanınmamasını da birlikte düşünerek:
“Türküm müjdeydi ülkeye/ Gezdim söyleye söyleye/ Bir gün söylemedim diye/ Türküm beni tanımadı!/…/ Kalkacaktı yokuş-iniş/ Taşlar verecekti yemiş/ Bir ölçü tutturdum geniş/Ölçüm beni tanımadı! /…/Elimde doğmuş kuzular/ Bir gün benden soğudular/ Sordum: Ne oldunuz, ne var?/ Sırrım beni tanımadı!”
İyilikleri, güzellikleri bilip tanımayanlar, onları kötü bilip kötü anlayanlar elbette bunun ceremesini de çekeceklerdir. Nihayetinde bir tercih meselesidir, iyilikleri ya da kötülükleri benimsemek: “Yine sizinleyim dedim/ Nasılsam öyleyim dedim/ Çıkıp da söyleyim dedim/ Kürsüm beni tanımadı!”
“Cevâhir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez/ Perîşânım bugün cânâ perîşân olmayan bilmez!” der Alvarlı Muhammed Lütfî. Güzel insanlar, güzel insanları bilir ve tanır. Fiziki ve maddi olarak tanıyıp bilmeseler de hâl ve tavırlarından, ruh esintilerinden onları bilirler. Maddi ve fiziki olarak hiç tanımadıkları bu güzel insanları kırk yıllık tanışları, dostları gibi güven duyarlar, mal ve canlarını onlara emanet etmede bir beis görmez ve asla tereddüt göstermezler.
İyilikleri ve güzellikleri iyi olarak tanımamak, onları iyi ve güzel bilmemek kötülükleri ve kötüleri iyi bilip iyi tanımak, onları canhıraşâne alkışlamak tercihinin de karşılığını alacaktır insan. Ama unutulmasın “Zulme rıza, zulümdür.” Zulmedenler de az ya da çok zalimlerdendir ve “Allah zalimleri asla sevmez.”
Ne güzel duadır; Rabbim cümlemizi hakkı hak bilip hakka ittiba, batılı da batıl bilip batıldan içtinap edenlerden eylesin. Aynı şekilde zahir ve batınımızı münevver, ahir ve akıbetimizi hayr eylesin. Allah’ın razı olduğu kulları zümresine dahil eylesin! Allah ne güzele vekildir; varsın nefsin ve şeytanın avaneleri güzellikleri ve güzel insanları kötü olarak bilsin, öyle anlatsın ve öyle değerlendirsin. Değil mi ki “Dost istersen Allah yeter.”; bu da böyle biline!.. Vesselam!..
***
Hâmiş: Başta annem olmak üzere bütün annelerin Anneler Günü kutlu olsun. Anneleri gülmeyen bir toplumun gülmesi, mutlu olması mümkün değildir. Bebekler, çocuklar annelerine, anneler de güneşe, özgürlüklerine hasretse orada adalet güneşi tutulmuştur. Anneler hicran üstüne hicran yaşamaktadır. Anneleri ağlatanların anneler günü kutlamaları tam bir riyakârlıktan başka bir şey değildir. Bu da biline!