Allah’a inanan bir mümin için yeryüzünün her yeri ibadet mekânıdır. Allah’a ibadet etmek için özel bir mekâna ihtiyaç yoktur. Bu; mescit, cami gibi ibadete mahsus mekanların olmayacağı, onların gereksizliği anlamına gelmez. Olsa olsa tek şart olmadan ibadetin yapılabileceği anlamına gelir. Yoksa cami ve mescitler, İslam’ın şeairinden, en belirgin işaretçilerindendir.
Asrın söz sultanlarından Bediuzzaman Said Nursi, “Sözler” namındaki eserine başlarken yaptığı gibi “nefsini” de meseleye dahil ederek konuyu anlatır: “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim "Sekiz Söz"ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” diyerek yani sözü önce nefsine söyleyerek anlatır.
Bu güzel hasleti eli kalem tutan ve güzel konuşma yeteneği, talakati olan herkes, kendine düstur edinmelidir. Buna ben kendimi de dahil ederek söylüyorum.
Takvim zenginliği
Günümüz Türkiye’sinde Müslümanların kullanmakta oldukları, siyasi ve sosyal hayatlarını tanzim ettikleri iki takvim vardır: Miladi ve Hicrî takvim. Bunların birincisiyle dünya işlerini, ikincisiyle ahiret yani dini işlerini düzenlerler. Dini bayramlar, ibadet ayı, oruç, zekât vb. meseleleri Hicri takvime göre, diğer resmi işlemlerini de miladi takvimi esas alarak yaparlar. Yazar ve yayıncı büyüğüm, hemşehrim Hüseyin Gökçe de geçenlerde sosyal medya hesabından buna yakın ifadeler içeren bir paylaşımda bulundu. Doğrusu çok beğendim, anlamlı buldum bu paylaşımını. Şöyle diyordu Sayın Gökçe: “Ne mutlu bize, takvim zenginiyiz... İki takvimliyiz. Dünyamızı takip için Miladî, dini hayatımızı takip için Hicrî takvimimiz var... Bazıları diyor ya, "Dünya işi ayrı, ahiret işi ayrı!" Takvimlerimiz tam da buna göre...” Evet, haksız da değil.
Müslüman saati
Miladi takvim dünyaya bakışımızı, hicri takvim ukbaya bakışımızı ortaya koyar. O takvimler de bizi kendi dünyalarına çeker. Bunun bir tık ötesi bir durumdan bahsedeyim; şimdilerde yok, kullanılmıyor. Bizim bir zamanlar saatlerimiz vardı, her akşam ezanıyla birlikte vakti 12’ye çeken saatlerimiz vardı. Üstat Ahmet Haşim “Müslüman Saati” başlıklı yazısında buna ve başka güzelliklere değinir. Sadece buna değil, Müslümanın 24 saatinin ne anlama geldiğini de. Bu arada, Türk edebiyatı üzerine araştırmalar ve incelemeler yapmış Annemarie Schimmel’in de aynı isimle hazırladığı bir kitabının var olduğunu öğrendim.
Kitabın tanıtım yazısında belirtildiğine göre Schimmel, "Mübarek vakitler gerçek zamanı, ebediyete ait olan saadet anlarına dönüştürür." dediği kitabında Müslümanların Hicret ile birlikte kabul ve tüm mübarek vakitlerini bu milada göre idrak ettikleri hicrî takvimin oldukça detaylı bir incelemesini ortaya kor. Bundan başka, Schimmel, bu tematik çalışmasını yıllar, aylar, haftalar ve günler olarak tasnif ederken haftanın günlerinin manevî önemini açıklar. Yas ayı Muharrem'i, Mevlid ayı Rebiülevvel'i, Mirac ayı Receb'i, Üç Aylar'ın ortası Şaban'ı, oruç ayı ve on bir ayın sultanı Ramazan'ı, Hac ayı Zilkade'yi ve Kurban Bayramı'nı oldukça detaylı bir şekilde, dünya Müslümanlarının din üzerine kurulu gelenekleri özelinde ve akıcı tasavvufî neşvesiyle, Hakk ehlinden beyitler eşliğinde ele alır. Ayrıca Schimmel, "Dehre sövmeyiniz çünkü ben dehrim!" hadis-i kudsîsinin önemi ve derinliği çerçevesinde, İslam'da zamanın döngüselliğini ve bu dairevî hareketin tasavvufî kavramsallaştırmasını vazıh bir şekilde ortaya koyar.
Ezanî, vasatî saatler
Onu diyordum, akşam ezanıyla başlayan bir günden bahsediyordum. Herkesin saatini akşam ezanıyla birlikte 12’ye ayarladığından söz ediyordum. İşte o saate; ezani saat, diğerine, şimdi kullanmakta olduğumuz saate de “vasati” saat derlerdi. Saati ileri gitmiş, geri kalmış olan, akşam ezanıyla birlikte 12’ye ayarladı mı vakit düzene girerdi. Şimdi her şey, birçok eşya akıllandı ama insanlar akıllarını bir eşya kadar da kullanmaz oldular.
Hicret düşünceleri
Tek önder olarak peygamberini bilen Müslüman için hicretin anlamı elbette çok büyüktür. Müslümanın varlık sebebi olan inancını daha rahat ve en güzel biçimde yaşayabilme, inancını hayata geçirebilme imkanlarının arayışı içinde yurdunu, yuvasını, -belki- ailesini terk etmenin adıdır. Niteliği ve niceliği farklı olmakla birlikte niyeten her Müslümanın aslında bir hicreti mutlaka mümkündür ve her Müslüman hicret düşüncesini yüreğinde daima taşımalıdır.
Yıllar öncesinde sanıyorum bir televizyon sohbetinde, Hekimoğlu İsmail şöyle diyordu: “Televizyonlu bir odadan televizyonsuz bir odaya geçmek hicrettir.” Bu sözü nasıl yorumlamalı? Elbette muhterem yazarı televizyon ve teknoloji karşıtlığıyla itham etmek abes olur. O hâlde nedir burada söylenmek istenen?
Televizyonun çirkefliği, günahlara açık, yalan ve yanlışlar içeren yayınları sebebiyle Müslüman, aklını ve kalbini bu tür günahlardan uzak tutması gerekmektedir. Günaha girmişsen tövbe etmelisin, ama asıl mesele günaha girmemeye çalışmaktır. Söküğü dikmek, yırtılmışı, eskimişi yamamak yapılması gereken iştir ama en güzeli yıpratmamaya çalışmaktır. Ha, insanız, beşeriz; elbette hata ve günahlardan hâlî değiliz. Bu durumda da tövbe etmek asıl işimiz, yapmamız gereken en güzel amelimiz.
Bu sabah bir arkadaşım, konuyla alakalı olabileceğini düşündüğüm bir paylaşımında şöyle diyordu: “Yeni güne, güzel şeyler yaparak mı başlamak istiyorsun? Bunun için ilk iş, ağzındaki iftira sakızını çiğnemeyi bırakıp atmaktır. Kul hakkına girmekten, gıybetten, yalandan, iftira atmaktan büyük oranda kendini muhafaza etmiş olursun! Kendine yapacağın en güzel iyilik budur.” Düşündüm de bu da bir hicret değil mi?
İnsan, hicreti önce aklında, kalbinde ve vicdanında duymalı, yaşamalı öyle değil mi? Mümin ve Müslüman olarak emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yani iyilikleri emredip kötülüklerden başta kendini, aile ve efradını, akraba ve diğer bütün insanları sakındırmak başlı başına görevlerimiz arasında değil mi? Söylediğimizi bizatihi kendimizin yaşaması, yaşadığımızı anlatmamız istikamet ehli olmanın duruşunu ve çizgisini göstermez mi? Olması gereken de bu değil mi?
Kendi geleceğimizin inşası: seçimlerimiz
Herkes kendi seçimiyle geleceğini inşa eder; kimi cenneti, kimi de cehennemi. Kimi gözünü bu dünyaya diker de anayasa ve yasaları dolana dolana başkasının mal ü menalini, hakkını hukukunu gasp etmenin yollarını arar durur. Bunun için fırsatlar oluşturur, olmadı iftiralar atar, onları aşından, işinden, eşinden, yurdundan yuvasından, ekmeğinden aşından etmekle, zulüm üstüne zulümler işleyerek cehennemi bir gelecek inşa eder. Masum ve mazlumlara dünyayı dar eder. Kimi de kâinatta hiçbir şeyin Allah’ın izni ve iradesi dışında olmadığına inanır ve başına gelen belâ ve musibetlere karşı, Allah’a isyan etmeden, güçlü bir sabırla dimdik durarak sürecin kahramanları arasında yer alır. Zaten Müslümanın ve müminin tavrı bu değil midir? Belâ ve musibetlere karşı güzelce sabır göstermek, türlü nimetlere karşı da onları veren Yüce Allah’a nihayetsiz derece şükür kılmak!
Hâl ve tavır hicreti
Müslüman için günahlara girilen bir ortamdan başka bir ortama geçmek, gıybet, dedi kodu, yalan ve iftira dolu bir hayatı terk etmek, böyle davranmaya devam edenlere karşı yürekli tavırlar almak başlı başına bir hicrettir. Çünkü hicretin anlamı “bir yerden başka bir yere göçmek” değil mi? Bir yerden göçmek, aynı zamanda oradan “uzaklaşmak” anlamını içermez mi? Kötülüklerden ve kötülerden uzaklaşmak, iyiliklere ve iyilere yaklaşmaktır.
En büyük belâ ve musibet
Küçük büyük demeden, dar geniş demeden bir yerde yöneticilik ve idarecilik gibi bir görevimiz varsa alanımızla ilgili görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeyi ihmal etmeyelim. Bunu ihmal etmediğimiz gibi haklarımızı talep etmekten de çekinmeyelim. Toplumun üzerine çöken belâ ve musibetlerde kendi sorumluluğumuzun var olduğunu, olabileceğini hatırdan çıkarmayalım. Suçu hep başkasında aramayalım.
Toplumların üzerine yığın yığın belâ ve musibet gelebilir. Bütün bu belâ ve musibetlerin en dehşetli olanı sorumluluktan kaçan, suçu hep başkasında gören, bulan idarecilerin başta oluşudur. Çünkü sorumluluğunu bilmeyen yeni belâ ve musibetlere davetiye çıkarıyor demektir. Sorumluluğunu bilmeyenlere onu hatırlatmak da bir müminin görevleri arasındadır. Hz. Ömer’in elbisesi karşısında sahabenin sorgulayıcı tavrı bu konuda hepimize örnek teşkil etmektedir.
Kargaşa ve karanlık ortamlardan, dedikodu, gıybet ve iftira düşüncesinden uzaklaşıp hak ve hakikate ermenin yolunu tutarak zihni, kalbi ve vicdani bir hicret yolculuğuna çıkalım. Bir çiçekler bahar olmaz ama çiçekler ekseri baharlarda açar. Gelin aklımızda, kalbimizde ve vicdanlarımızda hicret çiçekleri açsında yurdumuz, yuvamız, dünyamız gül gülistan olsun. Her gün türlü afatlarla uyandığımız dünyamızda mazlumun ahına sebebiyet verecek davranış ve uygulamalardan kaçınalım. İnsan olmaya gayret edelim. Kimse yurdundan yuvasından, ailesinden, evladından, anne babasından uzak ve mahrum kalmasın, imkansızlıklar içerisinde, tecritlerde can vermesin, vadesi geldiyse evinde, yurdunda huzuru kalple ruhunu rahmana teslim eylesin. Can emanetini de gülerek verebilsin! Maddi ve manevi hicret yolculuğuna çıkanlara Rabbim yolculuklarını asan eylesin!
Bu vesileyle hicri yeni yılınızı kutlar, yeni yılın barışa, sağlık ve huzura vesile olmasını dilerim.