Şu fani dünyaya belli bir süreliğine gönderilen insan, mekân ile sınırlandırıldığı gibi zaman ile de sınırlandırılmıştır. Mekân nedir az çok biliyoruz; onu bazen “yer, mahal” bazen “durulan, oturulan yer, ev, mesken, ikametgâh” bazen de “iş yeri, gazino, buluşma yeri vb. belli bir işe ayrılmış bilinen yer” gibi anlamlarda kullanırız. Kelimeyi bundan başka, fizik biliminde bir terim olarak “uzay, fezâ” anlamlarıyla kullanıyoruz. Peki, aynı ölçüde “zaman”ı bilmek ve kavramak mümkün mü?
Sözlükler, lügatler kelimelere birtakım anlamlar yükleyebilir. Ama her şey orada yüklenen anlamlarla sınırlı değildir. Sözlük ya da lügatlerde, bir kelimenin sadece o güne kadar kullanımda olan anlamlarına yer verilir. Oysaki yazar, şair ve edipler kelimelere yeni anlamlar yükleyerek onun anlam dünyasını genişletirler. Bu sebeple, kelimelerin buradaki anlamı sınırlıdır, metindeki anlamı geniştir, açık deniz enginliğindedir.
Her şey tamam da nedir zaman? Üstat Necip Fazıl, Zaman şiirinde zamanın ne olduğunu “Nedir zaman, nedir?/ Bir su mu, bir kuş mu?/ Nedir zaman, nedir?/ İniş mi, yokuş mu?” diye sorduktan sonra onun birtakım özelliklerini vererek sorularına cevap bulmaya çalışır.
Zamanın ne olduğuyla ilgili olarak geniş araştırmalara ve uzun tartışmalara girecek değilim. Fizikle ilgili bir sitede rastladığım şu ifadeler de boş geçilmemeli: “Fizikçiler, zamanı geçmişten günümüze geleceğin ilerleyişi olarak tanımlarlar. Temel olarak, bir sistem değişme olmuyorsa, zamanda yoktur. Zaman, üç boyutlu uzayda olayları tanımlamak için kullanılan gerçekliğin dördüncü boyutu olarak düşünülebilir. Zaman görebileceğimiz, dokunabileceğimiz ya da tadabileceğimiz bir şey değil, ancak akışını ölçebiliriz.” (https://fizikolog.net/fizik_ansiklopedisi/zaman_nedir.html)
Her şey; tanımlar, terimler, kelime anlamları bir yana, biz bu zamanın neresindeyiz? Beni nasıl etkiliyor veya bu kavramdan nasıl etkileniyorum? Kendimizi bundan soyutlamaya imkân var mı? Mesela, içinde bulunduğumuz bu zamandan kaçıp başka bir zamana sığınabiliyor muyuz? Farklı farklı sorular sorduğunda ve değişik okumalar yaptığında insanların bazılarının geçmişe, bazılarının geleceğe sığındığı görülür. Ama gerçekte onlar “hâl”den tam anlamıyla geçmişe/maziye veya geleceğe/istikbale kaçabilmişler midir? Sanmam. Olsa olsa sadece zamanının birçoğunu ona, sığındığı bir başka zamana hasretmişlerdir, o kadar!..
Zamandan soyutlamak mümkün mü
“Zamanın gerektirdiği şekilde hareket eden, zamana uyan, mizaca ve duruma göre konuşan kimse” için kullanılan bir sıfat vardır: ibnü’l-vakt ya da ibn-i vakt. Yani zamanın, vaktin insanı demek. Çağının insanı olan bir kişi, o çağdan kendini soyutlayabilir mi? Buna tam olarak evet demenin imkânı yok. Ancak, her şeyden geçip “Ashab-ı Kehf” yani “Yedi Uyurlar” gibi mağaraya sığınarak kalan hayatını orada geçirmeye karar vermiş olmakla bu belki mümkün olabilir. Bunu da kaç insan yapar ya da başarabilir. Bu, başarı mıdır, ayrı bir mevzu.
Uzun yaşamış olmak olgunlaşmış olmak mıdır? Bilmenin uzun yaşamayla bir ilgisi var mıdır? Peyami Safa, bu konuda “Tecrübe, yaşlanarak değil, yaşayarak kazanılır.” dedikten sonra meselenin can alıcı noktasına değinir: “Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.” Önemli olanın türlü yaşanmışlıklar içerisinde derin tecrübeler kazanmak olduğunu ortaya koyar.
Coğrafya kader mi
Dünya her zaman sıkıntılarla çalkalanmış. Bazen birileri mutlu, huzurlu olmuş bazen birileri. Huzur mevsimi hep aynı coğrafyada yaşanmamış. Ama bazı coğrafyalarda hep hüzün mevsimi yaşanmış, bu da işin bir başka yönü. Hilmi Yavuz’un o meşhur dizesini anmadan geçemem; “hüzün ki en çok yakışandır bize.” Bunun için de derler ki “Coğrafya kaderdir.” Aslında kaderimizi etki eden biraz da kendimiz değil miyiz? Fertlerden oluşan cemiyetin kaderinin iyi ya da kötü olması o cemiyeti oluşturan fertlere, fertlerin davranış ve algılarına bağlı değil mi? Nasıl ki dost ve düşman kazanma konusunda takındığımız tavır, toplumun yapısına ve niteliğine nasıl etki ediyorsa insana insanca bakma, farklılıkları zenginlik olarak görme, temel hak ve hürriyetleri sadece kendimiz için istememe, farklı düşüncedekileri ötekileştirip düşmanlaştırmama gibi hasletler de toplumumuzu öyle olumlu etkiler. Bütün bunları yapsak o zaman bizim için mevsim hüzün/hazan mı yoksa huzur mu olur? Bir düşünelim bakalım.
Çağın insanı olma
Çağının insanı olabilmek aslında hem kolay hem zor. Kolaydır; insani hiçbir değere bağlı kalmaksızın bir hayat sürer, gücün ve güçlünün yanında, çevresinde, yanında yöresinde olursan kolaydır. Zordur; temel insan hak ve hürriyetleri, evrensel değer yargıları, İslam’ın insana yüklediği sorumluluklar gibi belli ilkeler çerçevesinde hareket eder, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı çıkıp mazluma kimlik sormadan onun yanında olma çabası ve gayreti içerisinde olursan zordur. Evet, bu şartlarda “çağın insanı” olabilmek çok zordur. Ama bu zor oluş, zorlukla girişilen mücadele, insana iç huzuru yaşatan bir iksirdir.
Başkaca zorluklar
Zordur; zaman ırmağına karışan fabrika atıklarının verdiği çevre kirliliğine karşı akarsu pislik tutmaz deyip herhangi bir arıtma işlemine tabi tutmadan o mülevves sudan içmeye devam ederken tertemiz kalmak…
Millet gülüp eğlensin diye yapılan parklarda pek çok çeşmenin varlığını görürsünüz. Ama o çeşmelerden hakikat suyu dupduru olarak akmamaktadır. Duru akan çeşmeler de yok değil, ama onlar diğerleri tarafından “hastalık saçan, kirli, mikroplu, zararlı” muamelesi yapılarak yanlış bir algının toplum nezdinde yerleşmesi söz konusu. Vatandaşınsa kafası karışık; tasını hangi çeşmelerden güvenli bir şekilde dolduracağına bir türlü karar verememektedir vatandaş. Gözeler de kirlendi, gözeler de şair Dilaver Cebeci’nin dediği gibi zehir saçıyor: “Şu dumanlı doruklarda,/ Boz şahinler uçmaz gayrı,/ Gözelerden ağu çıkar,/ Alperenler içmez gayrı!” Oysaki eskiden öyle miydi? Sevgilinin gözleri bile bir billur pınar gibi çamçakırdı: “Sanki billur bir pınar/ Kahverengi gözlerin”
Derler ki görme eyleminde göz bir vasıtadır; vasıta da sağlam olacak elbette ama görme asıl beyinde gerçekleşiyormuş. Bu ne demek? Bu, sosyal hayatta olduğu gibi her alanda insanın akıl ve mantık nimetlerini en iyi, en verimli bir şekilde kullanması gerekir demek. İnsan o zaman asıl insandır, değilse hayvandan bir farkı yoktur demek. Gözler şaşı, bakışlar bulanık, beyin kendinden bekleneni veremediğinden hakikati bütün çıplaklığıyla görmeye imkân yok!
Mukadder sona yolculuk
Herkes kendi akıbetine, geleceğine doğru yol alıyor, yürüyor. Bu yürüyüşünde zamandan kaçsa bile o mukadder sona doğru yol almaktan, o son ile yüzleşmekten kaçış, kurutuluş söz konusu değil!..
Gece biter, gün doğar; öğle olur sıcak, sımsıcak bir zaman. Derken ikindi biraz serinletir ortalığı. Ufka yaklaşan güneş etrafı kızıllığa boyar ve insana ömrünün sınırlı olduğunu söyler. Derken güneş batar yahut dinlenir; ertesi güne daha dinç bir şekilde doğmak için. Gün batarken yahut dinlenirken “Ben güneşin burada hemen doğmasını, şimdi, hemen istiyorum.” diyebilir miyiz? Böyle bir süreçten insanın kaçması mümkün mü, değil; hiç değil!
Güneşin doğduğu tarafa yöneldiğimizde gün batımını seyre dalma keyfiliğini yaşamaya talip olmak ne kadar gerçekçi olur ki?
Kış ortasının yaşanan sıcakları benzer mi hiç yaz günlerinin terleten sıcaklarına? Benzese iyi midir kötü mü? Çevresel faktörleri de dikkate almak gerek, öyle değil mi?
Her şey bitince geriye kalan
Çevremiz, iyi kötü yaşanan olaylarla çepeçevre kuşatılmış vaziyettedir. Bizi biz yapan ise asıl bu olaylara, yaşananlara karşı aldığımız tavır olacaktır. Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, “Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” sözü ile ne kadar da haklıdır öyle değil mi? İnsanın çevresinde olup bitenlere karşı, akıl ve mantığını kullanarak farklı okumalarla gerçeğin peşine düşmesi gerekmez mi? Vicdanı olan hiç kimse başını alıp kendi köşesine çekilerek uzletinde mutlu mesut bir hayat yaşayamaz. Allah korkusu ile iki büklüm insan, başkalarının gözyaşları üzerinde mutluluk tepinen aşağılık yaratıklardan olamaz. Bu hem kul hakkını ihlal hem de esaslı bir münevvere yakışmaz bir hâldir.
Hâsılı, insan yaşadığı zamanla sınırlandırılmıştır ve içinde bulunduğu ortamın öyle ya da böyle etkisindedir. Onu gerçekten insan yapacak olan ise olaylar karşısında alacağı/aldığı tavrı olacaktır. Haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, eza ve cefa edenlere kişinin ses çıkarmaması buna ilaveten mazluma sürekli olarak laf etmesi kul hakkının çifte çifte ihlali demektir. Kişi, öncelikle kendisini bu durumdan kurtarmalıdır. Bundan başka ayrıca derin bir muhasebe içine girip “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” diyerek yaşananları bir bütün olarak sorgulamalı, ona göre tavırlar almalı ve zamanından asla kaçmamalıdır. Kişinin yaşadığı zamandan kaçışı, bir bakıma kendinden kaçışıdır. Çünkü bu, kişinin kendini sonsuz bir tükenmişliğe mahkûm edecek bir kaçış olacaktır.